Yazarın Eserlerini İndirmek İçin:

Merak Ettiğiniz Konuları Harun Yahya(Adnan Oktar)'nın Sitelerinde Aramak İçin:

SONUÇ: ALLAH HER YERİ SARIP KUŞATANDIR

Yeryüzündeki herşeyin bir yaratılış amacı vardır. Allah bu gerçeği Kuran'da şöyle bildirmektedir:

"Bizim, sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve gerçekten Bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?" (Mü'minun Suresi, 115)

Biz, gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakilerini hakkın dışında (herhangi bir amaçla) yaratmadık... (Hicr Suresi, 85)

İnsanın yaratılışındaki her detayda da bir amaç vardır. Gözümüzün, kulağımızın, burnumuzun, her bir hücremizin, hücrelerimizdeki iyon kapılarının, DNA'larımızdaki nükleik asit sıralamalarının, sinir ağımızdaki bağlantıların, nöronlar arasındaki boşlukların, sinirleri kaplayan yağlı kılıfın, faaliyetleri hızlandıran enzimlerin ve saymakla bitiremeyeceğimiz detayların her biri, belli bir amaca hizmet etmek üzere yaratılmışlardır.
Rabbimiz bizi her yerden sarıp kuşatmaktadır. Bu gerçek Kuran'da "... Biz ona şahdamarından daha yakınız." (Kaf Suresi, 16), "Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir." (Bakara Suresi, 115) ayetleri ile açıkça bildirilmektedir. Bu kitap boyunca ele aldığımız incelikler, detaylar, benzersiz tasarımlar da Rabbimiz'in varlığını, yarattıkları üzerindeki hakimiyetini ortaya koyan işaretlerden sadece bir bölümüdür. Bu işaretleri gerektiği şekilde yorumlamak ise herkesin vicdanı ve aklı ölçüsünde mümkün olmaktadır.
Kimileri bu detaylarda sergilenenler karşısında -Allah'ın ilmini yakından incelediği, araştırdığı, üzerine kitaplar yazdığı halde- Allah'ın yaratışındaki hikmetleri kavrayamaz. Kuran'da bu gibi kimseler "Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, Azizdir." (Hac Suresi, 74) ayetiyle tanıtılır. İman edenlerin örnek davranışları ise şu ayetle bildirilir:

Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek Yücesin, bizi ateşin azabından koru." (Al-i İmran Suresi, 191)

Allah'ın, insan bedeninin her milimetre karesinde karşımıza çıkan ilminin, sanatının, aklının üstünlüğü insanlara çok önemli mesajlar taşımaktadır. Bu bilgileri değerlendirmenin önemi, bir ayette "... Kulları içinde ise Allah'tan ancak alim olanlar 'içleri titreyerek-korkar'..." (Fatır Suresi, 28) ifadesi ile bildirilmektedir. Kendi bedenimiz de dahil olmak üzere çevremizde böylesine detaylı ve amaçlı bir yaratılış varken, insanın amaçsız olduğunu düşünmek son derece anlamsızdır. Elbette ki insanın bu dünyadaki varlığının bir amacı vardır. Nefes aldığımız, yaşadığımız her saniye sayısız detay bize nimet olarak sunulmaktadır. Bu kadar güzellik ve incelik oluşturulmuşsa, bunların bizim için bir anlamı olmalıdır. Bu mesajlar, bizlere, Allah'ı gereği gibi takdir etmemizi, bizi yaratan Rabbimiz'i tanımamızı, O'nun üzerimizdeki rahmetini görmemizi ve O'na gereği gibi şükrederek kulluk görevimizi yerine getirmemizi hatırlatmaktadır.
Gerçek şu ki, insanın üzerinden, daha kendisi anılmaya değer bir şey değilken, uzun zamanlardan (dehr) bir süre (hin) gelip-geçti. Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık. Biz ona yolu gösterdik; (artık o,) ya şükredici olur ya da nankör. (İnsan Suresi, 1-3)


(Bu makaleler Harun Yahya'nın "Vucüt Elektriği Mucizesi" adlı kitabından yararlanırarak yazılmıştır.Ayrıntılı bilgi için: http://harunyahya.org/ )

VÜCUDUMUZDAKİ ELEKTRİKSEL DÜZEN EVRİM İDDİALARINI YALANLIYOR

Evrimcilerin sıkça rastlanan senaryolarından bir tanesi de insanın maymunlarla ortak bir atadan türediği masalıdır. Yazılı ve görsel medyada sık sık eğik yürüyen maymunların zaman içerisinde dik yürüyen insanlara dönüştüğü yalanı, hayali çizim ve hikayelerle telkin edilir.
Tarih boyunca 6.000'den fazla maymun türü yaşamıştır. Bunların çok büyük bir bölümünün nesli tükenmiş ve ortadan kaybolmuşlardır. Bugün yalnızca 120 kadar maymun türü yeryüzünde yaşamaktadır. İşte, bu 6.000 civarındaki nesli tükenmiş maymun türünün fosilleri, evrimcilerin hayali senaryoları için çok zengin bir malzeme kaynağı oluşturmaktadır.
Evrimciler, yok olmuş maymun türlerinden işlerine gelen bir bölümünün kafataslarını ve kemiklerini küçükten büyüğe doğru dizmiş, bu seriye, nesli tükenmiş bazı insan ırklarına ait kafataslarını da ekleyerek insanın evrimi senaryosunu yazmışlardır. Senaryo şöyledir: "İnsanlar ve günümüz maymunları ortak atalara sahiptirler. Bu canlılar zamanla evrimleşerek bir kısmı günümüz maymunlarını meydana getirmiş, evrimin diğer bir kolunu izleyen bir başka grup ise günümüz insanlarını oluşturmuştur".
Oysa, bütün paleontolojik, anatomik ve biyolojik bulgular bize, evrimin bu iddiasının da diğerleri gibi geçersiz olduğunu göstermektedir. İnsanla maymun arasında herhangi bir akrabalık olduğuna dair hiçbir somut kanıt yoktur. Sahtekarlıklar, çarpıtmalar, göz boyamalar, aldatıcı çizim ve hayali yorumlar dışında... (Detaylı bilgi için bkz. Evrim Aldatmacası, Harun Yahya, Araştırma Yayıncılık; Hayatın Gerçek Kökeni, Harun Yahya, Araştırma Yayıncılık)
Fosil kayıtları bizlere, tarih boyunca insanların insan, maymunların da maymun olarak kaldıklarını göstermektedir. Evrimcilerin insanın sözde atası olarak gösterdikleri fosillerin bir bölümü, aslında günümüze çok yakın tarihlere -örneğin 10.000 sene öncesine- kadar yaşamış ve kaybolmuş eski insan ırklarına aittir. Dahası, günümüzde halen yaşamakta olan birçok insan topluluğu ise, evrimcilerin insanın ataları gibi göstermeye çalıştıkları, bu soyu tükenmiş insan ırklarıyla aynı fiziksel görünüm ve özellikleri taşımaktadır.
Hepsinden önemlisi, maymunlar ve insanlar arasında sayısız anatomik farklılıklar bulunmaktadır ve bunların hiçbiri evrimle ortaya çıkabilecek türden değildir.


Körü körüne Desteklenen Darwinist Bir Masal:
İnsan Beyninin Evrimi


Evrimciler insanın sözde maymunsu bir atadan evrimleştiğini ve sahip olduğu beynin de bu hayali süreçte irileşip geliştiğini iddia ederler. Buna göre beynin irileşmesi sözde evrimsel bir adaptasyondur. Yine bu iddiaya göre beynin sözde evriminden, hiçbir amacı ve hedefi olmayan, rastgele meydana gelen mutasyonlar ve doğal seleksiyon sorumludur. Darwinistlerin bu iddialarını desteklemek için en sık başvurdukları şey ise -kendi ön yargılarına dayanarak- küçükten büyüğe doğru sıraladıkları kafataslarının şemasıdır. Bazı kaynaklar bu iddia ve hayali şemaları sık sık karşımıza çıkarırlar. Ancak beynin evrimi propagandası geçersizdir. İnsanın hayali soy ağacına dahil edilen kafatasları aslında bize yansıtıldığı gibi düzenli bir gelişim ortaya koymazlar. Ayrıca insan beynindeki işlem kapasitesi çok üstün, tasarım da son derece komplekstir. Beyindeki bu özellikler bilgisayar mühendislerince yeni tasarımlar geliştirmede örnek alınmaktadır. Böyle bir organın rastlantısal mutasyonlarla gelişip evrimleştiği iddiası tamamen saçmadır.
İlk olarak, beynin büyüklüğü ile işlevselliği arasında hiçbir doğrusal ilişki olmadığını belirtmek gerekir. Ünlü dil bilimci David Bickerton bu durumu şöyle açıklar:
İnsan beyni hacim olarak, kabaca 1.000 ila 2.000 cm3 arasında değişir ve ortalama bir insan beyni 1.400 ile 1.500 cm3 arasında hacme sahiptir. 2.000 cm3 beyin hacmine sahip Oliver Cromwell veya 1.000 cm3 beyin hacmine sahip Anatole France gibi insanlar vardır. Peki Oliver, Anatole'dan iki kat daha mı zekiydi? Bu soru bir anlam ifade etmiyor. Yelpazenin en altında yer alan kişiler dili kullanma hakimiyetleri; akıl, bilinç ve zeka özellikleri bakımından, herhangi bir insandan farksızdırlar.83
Beynin büyüklüğü ile zeka arasında doğrusal bir ilişki olmadığına göre, beyin boyutlarına dayalı bir "evrim" iddiasının da anlamı yoktur. Bu durum göstermektedir ki, beynin sözde evrim sürecinde ihtiyaçları karşılayacak şekilde irileştiği yönündeki adaptasyon iddiası bilimsel bir gözlem veya kanıta değil, körü körüne desteklenen Darwinizm'e dayanmaktadır.
Kaldı ki, beyin büyüklüğüne dayalı evrimci senaryolar kendi içlerinde de çelişkilidirler. Bu senaryoların önemli bir tutarsızlığı, sözde ilkel insanların, kendilerine atfedilen maymun adam rolüne karşın oldukça iri beyinlere sahip olmalarıdır. Senaryoya göre maymundan neredeyse farksız yaşayan canlılar, evrim mantığına ters bir şekilde iri beyinlere sahiptirler. Bu tutarsızlığı ilk keşfeden ise bizzat Charles Darwin'in kendisidir.
Doğal seleksiyon teorisini Darwin'le birlikte geliştirmiş olan doğa bilimci Alfred. R. Wallace, 1869'da Darwin'e bir mektup göndermiş ve insan beyninin doğal seleksiyonla açıklanamayacağı yönündeki korkusunu ifade etmişti. Wallace, şöyle diyordu:
Doğal seleksiyonun, vahşilere (sözde vahşi insanlara) ancak maymunlarınkinden birazcık büyük bir beyin vermesini bekleyebiliriz, oysa ki vahşilerin beyni, bizim eğitimli toplumumuzdaki ortalama bir insanın ancak çok az altındadır.84
Darwin bunun teoriye tehdit oluşturduğunu hemen fark etti. Çünkü sözde "ilkel" diye damgaladığı ırkların beyni, kendi teorisinin öngördüğü "ilkel insan" beyninden fazlasıyla büyüktü. Darwin, Wallace'a yanıtında onu şöyle uyarıyordu:
Umarım kendi çocuğunu ve benim çocuğumu [evrim teorisini] öldürmemişsindir.85
O dönemden beri elde edilen fosil bulguları da Darwin'in korkusunu giderebilmiş değildir. Bu nedenledir ki, kendisine böylesine kompleks bir organın sözde ilkel insanda neden ve nasıl geliştiği sorulduğunda, evrimci paleoantropolog Richard Leakey'in yanıtı "en ufak bir fikrim yok" olmuştur.86

Küçükten Büyüğe Doğru Dizilen
Kafatasları Evrime Bir Kanıt Değildir

İnsan beyninin sözde evrimini dogmatik bir inanç olarak savunan Darwinistlerin kafatası şemaları da bilimsel bir kanıt ortaya koymaz. Aslında kafatasları arasında bilimsel olarak gösterilmiş evrimsel bir bağ yoktur. Bu bağ, fosilleri dizen evrimcilerin sadece "zihninde" mevcuttur. Bunu açıkça dile getiren bir otorite, İngiltere'deki Doğa Tarihi Müzesi baş paleontoloğu Colin Patterson'dur. Patterson yaptığı açıklamalarla, Darwinizm'in felsefi nedenlerle desteklendiğini sık sık dile getirmiştir. Patterson, kendisiyle yapılan bir röportajda, insanların varmış gibi gösterip anlatmayı sevdiği serilerin fosil kayıtlarında bulunmadığını söylemiştir. Patterson şöyle devam etmiştir:
Eğer fosil kayıtlarında süreklilik için kanıt nedir diye soracak olursanız buna şöyle cevap verilmesi gerekir. Hayvan ve insan fosillerinde böyle bir süreklilik yoktur.87
Hayali soy ağacındaki tutarsızlıklar, beyin gibi hayati bir role sahip kompleks yapıdaki bir organın sözde evrimi için önerilen mekanizmada da ortaya çıkar. Beyin gibi kompleks bir organın söz konusu kör mekanizmayla, yani rastlantısal mutasyonlarla geliştiğini savunmanın anlamsızlığı ortadadır. Radyasyon ve mutasyon uzmanı olan James F. Crow bu durumu şöyle ifade eder:
Bir televizyonun devrelerinde meydana gelecek rastlantısal bir değişimin, görüntüyü geliştirmeyeceği gibi, hayatı oluşturan ve yüksek seviyede entegre olmuş kimyasal işlemler sisteminde meydana gelecek bir değişimin de yaşamı zarara uğratacağı kesindir.88
İnsan beyni günümüz teknolojisinin çok ilerisinde kompleks bir tasarıma sahiptir. Dünyaca ünlü bilgisayar firmaları, mühendislerine beyindeki organizasyon hakkında seminerler vererek onları yeni tasarımlar için beyinden ilham almaya yöneltmektedirler. Ünlü biyokimyager ve bilim yazarı Isaac Asimov beyin hakkında şunları söyler:
Bir insanın bir buçuk kilo ağırlığındaki beyni bildiğimiz kadarıyla evrendeki en düzenli ve kompleks düzendir.89
Beyindeki bu tasarımın mükemmelliği göz önüne alındığında beynin kör rastlantıların bir ürünü olduğu iddiasının saçmalığı açıkça ortaya çıkar. Nitekim kendilerine "nasıl" sorusunu soran hiçbir evrimci buna verecek mantıklı bir cevap bulamamış ve bu senaryoyu kabul edilir bulmadıklarını itiraf etmişlerdir. Örneğin Amerikan Bilimi Geliştirme Derneği toplantısında konuşan Henry Fairfield Osborn, beyin hakkındaki bilgilerimizin günümüzle kıyaslanamayacak kadar az olduğu 1929 yılında bile, kendisini şunları söylemek zorunda hissetmiştir:
Bana göre insan beyni bütün evrendeki en harika ve gizemli obje. Ayrıca hiçbir jeolojik dönem, bunun evrimle ortaya çıkmasına izin verecek kadar uzun görünmüyor.90
Ünlü biyolog Jean Rostand ise, zaman ne kadar uzun olursa olsun insan beyninin evrimle oluştuğu senaryosuna kendisini inandıramadığını söyler:
Hayır, kesinlikle, kendimi inandıramıyorum. Böyle kalıtımsal yanlışlıkların, doğal seleksiyonla iş birliği içinde ... güzellikleriyle, şaşırtıcı uyumlarıyla bütün dünyayı inşa edebildiğini düşünemiyorum, ... kendimi göz, kulak ve insan beyninin bu şekilde ortaya çıktığına ikna edemiyorum.91
Evrimci antropolog Lyall Watson da, iri beyinli insanın kademeli bir süreçte nasıl ortaya çıkmış olabileceği konusunda hiçbir şey bilmediğini ifade etmektedir:
Örneğin modern iri maymunlar sanki hiçbir yerden gelmemiş gibidirler. Geçmişleri, fosil kayıtları yoktur. Ve dik yürüyen, tüysüz deriye sahip, alet yapabilen, iri beyinli insanın gerçek kökeni, eğer kendimize karşı dürüst olursak, aynı derecede gizemli bir konudur.92
Tüm bu gerçekler göstermektedir ki, insan beyninin evrimle ortaya çıktığı iddiaları hiçbir bilimsel kanıta dayanmamaktadır. Bunlar gerçekte sadece felsefi ön yargılardan kaynaklanan hayali senaryolardan ibarettir. İnsan teknolojisinin erişemediği bir tasarıma sahip olan insan beyninin, rastlantı eseri ortaya çıktığını iddia etmek yeryüzündeki bilgisayarların mühendisler tarafından yapılmadığını, plastik ve metallerin birtakım rastlantılar sonucunda, gelişigüzel birleşmeleriyle oluştuklarını iddia etmek gibidir. Tutarlı olan düşünce, bilgisayarın bir tasarımcısı olduğu gibi çok daha üstün tasarıma sahip beynin de tasarlanmış olduğunu kabul etmektir. Apaçık gerçek, beyindeki tasarımın Allah'ın yaratmasının bir eseri olduğudur.

Tesadüfler Beynin Korunmasını
Sağlayamaz

Beyin, tüm bedenimizi kontrol eden bir organ olduğu için, bu organda meydana gelebilecek en basit bir hasar bile telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğurabilir. Beyinde oluşacak milimetrik bir zedelenme muhtemelen çok fazla sayıda hücre ve hücre bağlantısını tahrip edeceğinden, hareket, algılama ve hafıza gibi temel işlevlerde ciddi sorunlar görülmesi söz konusu olacaktır.
Ancak bu ihtiyacı karşılayacak şekilde gerekli tedbirler de bizim için önceden hazırlanmıştır. Beyni koruma görevini, gerekli sertlikteki yapısıyla beyni tam olarak çevreleyen kafatası üstlenmiştir. Beyin dışında vücuttaki başka hiçbir organ, kafatası gibi kemikten özel bir muhafaza içine alınmamıştır. Gelebilecek muhtemel darbelere karşı alınan bu etkili tedbir sayesinde, beyin hayati görevlerini en mükemmel şekilde yerine getirebilmektedir. Kemik hücrelerinin, beynin varlığından, vücut için hayati öneminden haberdar olması ve bu bilinçle beyne baskı yapmadan, onu tam saracak şekilde biraraya gelmelerinin tek bir açıklaması olabilir: Bilinçli yaratılış. Ön yargısız düşünen akıl sahibi her insan, böylesine bir tasarımın varlığının kör tesadüflerin eseri olamayacağını bilir.
Çok hassas bir sisteme sahip olan beynimiz, elektrik sinyalleri ile çalışan sinir hücreleri, bunları barındıran ve beslenmelerine yardımcı olan destek hücreleri ve kan damarlarından oluşur. Bu damar yapıları kandan serumu süzerek, beynin içindeki boşlukları bu sıvıyla doldururlar. Beyin bir bakıma bu sıvı içinde yüzmektedir. Böylece beynin ağırlığı, kendi ağırlığının (yaklaşık 1.500 gr) 1/30'u olan 50 gr'a düşer. Beyindeki bu sıvı, sürekli bir dolaşım halindedir. Bu dolaşım aynı zamanda söz konusu sıvının beyne yapacağı basıncın da kontrol altında olmasını sağlar. Çünkü basıncın artması beynin üzerinde bir baskı oluşması anlamına gelecek ve bu da beynin zedelenmesine neden olacaktır. Ancak hem hassas bir yapısı hem de çok önemli görevleri olan beyin, vücut içinde çok yönlü bir korumaya alınmıştır.
Eğer beyin bir sıvının içinde bulunmasaydı ve direkt olarak kafatasına temas etseydi kendi ağırlığının altında ezilecekti. Böyle bir durumda basınç çok yüksek bir seviyeye çıkacağı için, beyne olan baskı beynin fonksiyonlarını etkilerdi. Bu durum pek çok hastalığın sebebi olurdu. Hatta beyindeki hayati merkezlerde bir baskı oluşmasına dolayısıyla da ölüme sebebiyet verebilirdi. Ancak böyle bir sorunla -hastalık halleri dışında- karşılaşılmaz. Örneğin "hidrosefali" denilen hastalıkta, dolaşımındaki bir aksaklıktan dolayı beyindeki sıvı bir süre sonra birikmeye başlar ve oluşan basınç beyin fonksiyonlarını etkiler. Eğer dışarıdan bir müdahale yapılmazsa, yani ameliyatla bu sıvı boşaltılmazsa artan basınç; zeka geriliği, hareket bozuklukları, körlük hatta ölümle sonuçlanan rahatsızlıklara neden olur. Beyindeki sıvının basıncı, normalden daha az düzeylere indiği zaman da şiddetli baş ağrıları olur ve beyin hasar görmeye başlar.
Beyindeki korumaya başka bir örnek olarak, beynin kan ihtiyacını karşılayan sistemi ele alabiliriz. Beyin, vücuttaki bütün işlemleri kontrol eder. Bu nedenle sabit kan gereksinimi olan bir organdır. Beyne yapılacak kan ikmali ne pahasına olursa olsun sürdürülmelidir. Beynin bu hayati ihtiyacı olağanüstü bir denetimle karşılanır. Bir kanama sonucunda öteki tüm organlara kan ulaşımı dursa bile, birçok sinir, beyne kan iletilmesi için harekete geçer ve damarların çapları buna göre ayarlanır. Bazı organlara giden damarlar geçici olarak devreden çıkartılır ve kan akışının beyne giden damarlara yönlendirilmesi sağlanır.
Bu mucizevi gerçekler karşısında evrimciler, beynin aşamalı gelişimi iddiasıyla ilgili hiçbir tutarlı açıklama getiremezler. Bu çaresizlik içinde masalsı açıklamalarını daha da genişleterek "ihtiyaç nedeni ile" beynin korunması gerektiğini ve tesadüflerin bu ihtiyaca hemen karşılık verdiklerini ima eden ifadelerde bulunurlar. Elbette kör ve şuursuz tesadüflerin böyle bir ihtiyacı tesbit etmesi, tam zamanında kafatası gibi olağanüstü bir korumayı meydana getirmesi mümkün değildir. Ayrıca kafatasının tesadüfen, koruma amacıyla oluştuğunu öne süren evrimcilerin, öncelikle kafatası oluşana kadar beynin nasıl korunduğunu ve varlığını nasıl sürdürdüğünü açıklamaları gerekir. Çünkü kafatası olmadan beynin varlığını sürdürmesi ya da en azından işlevini yerine getirmesi olanaksızdır.
Bunun tam tersinin olduğunu, yani evrim senaryosuna göre öncelikle kafatasının oluşarak daha sonra içinde tesadüfi bir beyin oluştuğunu farz edelim. Bu durumda da evrimcilerin amaçsız bir kafatasının varlığını açıklamaları gerekmektedir. Çünkü bilindiği gibi evrimci iddiaya göre herşey ihtiyaçlara göre belirlenir ve tesadüfler yoluyla bu ihtiyaçlar karşılanır. Amaçsız bir organın veya mekanizmanın ise var olmasının ve varlığını sürdürmesinin anlamı da imkanı da yoktur. Bu durumda tesadüflerin yine geleceği görerek beynin hassas yapısını göz önünde bulundurmuş ve buna göre bir korumayı aynı anda var etmiş olması gerekmektedir. Elbette bu iddiaların gerçekleşmiş olduğuna inanmak, akıl ve sağduyu sahibi bir insan için mümkün değildir.
Burada önemli bir noktayı daha vurgulamak gerekmektedir. Her ne kadar imkansız olsa da evrimcilerin hayali senaryolarına göre, beyin aşamalarla gelişmiştir. Bu durumda kafatasının da bu aşamalara uyumlu bir şekilde gelişmesi beklenmektedir. Oysa yeryüzünde var olan tüm kafatası fosilleri bu anlamda en gelişmiş halleriyle elimizdedir. Hiçbir zaman tam oluşmamış veya yarı-gelişmiş bir kafatası fosiline rastlanmamıştır.
Evrimci varsayımların canlandırmasını yapabilmek için bile tesadüflerin "düşündüklerini", "tedbir aldıklarını", geleceğe yönelik "planlar yaptıklarını" ve birtakım üstün özelliklere sahip bir güç olduklarını varsaymak gerekmektedir. Evrimcilerin "tesadüfleri", rastgele meydana gelmelerine rağmen adeta şuurludur ve yaptıkları her iş bir plan üzerinedir. Bu tesadüfler herşeyi düşünebilir, insanların bile hesaplayamadığı detayları hesaplayabilir, ileri görüşlü davranabilirler. Ayrıca evrimcilerin hayalindeki tesadüfler genellikle hata da yapmazlar. Dünyanın en önde gelen bilim adamları ve teknisyenleri biraraya gelip, 21. yüzyıl teknolojisine sahip oldukları halde beynin çalışma sistemine yakın bir alet icat edemezken, evrimcilerin tesadüfleri, milyarlarca hücre arasında trilyonları aşan bir haberleşme ağını kusursuzca kurabilmişlerdir. Elbette bu iddialara inanmak mümkün değildir.
Evrim teorisinin geçersizliği defalarca ortaya konmuş olmasına rağmen hala tesadüflerin şuurlu hareket ettiklerine dair uzun senaryolar anlatılması, bu safsataları anlatanları gülünç duruma sokmaktadır. Beyindeki detaylı tasarımın tesadüfen ortaya çıkması elbette ki mümkün değildir. Bütün bu hassas dengeleri kusursuz bir düzen içinde yaratan, herşeyin Yaratıcısı olan Allah'tır. Kuran ayetlerinde bu gerçek insanlara şöyle hatırlatılmaktadır:

Ey insan, 'üstün kerem sahibi' olan Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir? Ki O, seni yarattı, 'sana bir düzen içinde biçim verdi' ve seni bir itidal üzere kıldı. Dilediği bir surette seni tertib etti. (İnfitar Suresi, 6-8)

HÜCRE GÖÇÜNDEKİ MUCİZE

Hücrelerin en önemli kabiliyetlerinden biri büyüme, farklılaşma ve üreme kabiliyetleridir. Her hücre zarının etrafında bir elektrik yükü vardır. Bu yük, hücre içinden dışına doğru hareket eder ve hücre bölünmesinin pek çok ana aşaması elektriksel olarak uyarılır.
Anne karnındaki gelişme sırasında, milyarlarca hücreden her birinin kendisine ait olan yere yerleşmesi gereklidir. Bunun için hücreler, embriyo içinde oluştukları yerden hedefe doğru bir yolculuk yaparlar. Buna "hücre göçü" denir. Bu yolculuk sırasında gidilecek adresin doğruluğu kadar zamanlama da çok önemlidir. Annenin karnındaki bu gelişim sırasında milimetrenin yüzde biri kadarlık bir yer hatası veya saniyenin yüzde biri kadarlık bir zamanlama hatası, organların yanlış yerlerde şekillenmesine sebep olabilir. Ancak sistem öyle mükemmel işlemektedir ki, hiçbir hata yapılmaz.
Hücreler gidecekleri yere kadar embriyo içinde uzun bir yolculuk yapar, bu yolculukta da özel bir yol takip ederler. Gidecekleri yere ulaştıklarında gittikleri yeri tanıyıp burada dururlar. Yani milyarlarca hücre gidiş yollarını, gidecekleri yerleri önceden bilir ve dahası ait oldukları yere gelince de durmaya karar verir. Bütün bunların sonucunda, örneğin, hiçbir zaman mide hücreleri ile karaciğer hücreleri birbirlerine karışmaz. Mükemmel çalışan iç organlar, kollar, bacaklar karışıp bir et yığını haline gelmezler. Başlangıçtaki et parçası böylece, yavaş yavaş insan şeklini alır. Tüm bu olaylar sırasında en ufak bir karışıklık ve düzensizlik meydana gelmez.
Bu olayda göç eden hücrelerin ve ulaştıkları yerde tutunacakları hücrelerin adeta birbirlerini tanımaları söz konusudur. Örnek olarak, sinir sistemi gelişirken milyonlarca nöronun (sinir hücresi) birbirleriyle bağlantılarını yapabilmek için eşlerini bulma çabasında oldukları gözlemlenmiştir. Eşlerini bulmakla da kalmaz, meydana getirecekleri organın son şeklini ve yapısını oluşturacak muhteşem bir mühendislik tasarımı içinde kusursuz olarak birleşirler. Örneğin beyin hücreleri, aralarındaki gerekli bilgi iletişimini sağlayacak yaklaşık 120 trilyon elektrik bağlantısı kurarlar. Bu, eşine rastlanmamış kusursuzluktaki elektronik donanımda, tek bir bağlantı hatası ya da kısa devrenin nelere mal olabileceğini tahmin etmek pek güç değildir.
Düşünme, planlama gibi yetenekleri olmayan şuursuz hücrelerin, kendi kendilerine birbirleriyle uyum içinde hareket etmeleri, hatasız bir hesap ve planla eşlerini bulmaları imkansızdır. Tüm bu hücrelere yollarını gösteren, gitmeleri gereken yerlere onları ulaştıran, herşeyin hakimi olan Allah'tır.

Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Dikkatli olun; gerçekten O, herşeyi sarıp-kuşatandır. (Fussilet Suresi, 54)

EMBRİYODA BAŞLAYAN KUSURSUZ İNŞAAT

İnsan vücudunun anne karnındaki gelişimi tıpkı bir binanın inşası gibi bir plan doğrultusunda gerçekleşir. Ancak bu plan bildiğimiz tüm planlardan çok daha kapsamlıdır. Bu plana, kullanılacak tüm malzemelerin tasarımı, hangi malzemenin ne kadar miktarla, ne zaman, nerede, hangi sıra ile kullanılacakları da dahildir. Nasıl ki bir binanın inşaatında elektrik, su tesisatını önceden hesaba katmanız gerekirse, insan bedeninin inşası sırasında da altyapıyı oluşturacak sistemlerin önceden düşünülmesi, inşanın bu detaylara göre gerçekleştirilmesi gerekir. İşte bu sistemlerden biri de vücudumuzdaki elektrik tesisatıdır. Elektrik tesisatının oluşumu sırasında, sistemin yapı taşları olan nöronların vücudun her noktasına ulaşacak şekilde sinir lifleri oluşturması, bu liflerin tüm vücuda yayılması, yine bu sinir liflerinin komuta merkezi olan beyinle bağlantısının kurulması, omurga boşluğunun omuriliğin geçeceği şekilde açılması, nöronlardan bir kısmının beynin fonksiyonlarını yerine getirecek şekilde organize olması ve daha bunlar gibi sayısız detay göz önünde bulundurulmalıdır.
Ancak hücrelerin elinde ne böyle bir plan ya da proje ne de onları yönlendirecek bilinçli bir inşaat mühendisi ya da bir mimar yoktur. Fakat yine de hücreler, insanın hangi bölümünü ne zaman, ne şekilde yapacaklarını, ne zaman durmaları gerektiğini çok iyi bilirler. Programlanmış şekilde hareket eden hücreler hem malzemelerini kendileri üretir hem mükemmel bir plan doğrultusunda organize olur hem de inşaatı bizzat kendileri gerçekleştirirler. Bu olağanüstü planlamanın, şuursuz hücre yığınları tarafından kendi kendine yapıldığını iddia etmek kuşkusuz akıl dışı bir iddiadır. Başıboş bir şantiyede planı belli olsa, hatta malzemeleri hazır olsa dahi, kendiliğinden sağlam bir yapının meydana çıkması imkansızdır. Vücudumuzdaki bu kusursuz düzen Allah'ın tasarımıdır ve bu inşaat Allah'ın hücrelere ilhamı ile gerçekleşmektedir:

İnsan, 'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor? Kendisi, akıtılan meniden bir damla su değil miydi? Sonra bir alak (embriyo) oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir 'düzen içinde biçim' verdi. Böylece ondan, erkek ve dişi olmak üzere çift kıldı. (Kıyamet Suresi, 36-39)


Kusursuz İnşaatın Zaman Çizelgesi

Anneden gelen yumurta ve babadan gelen sperm hücresinin birleşmesi ile yepyeni bir insanı oluşturacak ilk hücre meydana gelir. (Detaylı bilgi için bkz. İnsanın Yaratılış Mucizesi, Harun Yahya) Bu mucizevi gelişimin ilk aşamasında hücreler bölünmeye başlar ve sayıca milyonlara ulaşırlar. Anne karnında başlangıçta bir et parçası görünümünde olan hücreler bölünmeye devam ederek ve gruplaşarak, ışığa karşı hassas göz hücrelerini, acıyı, tatlıyı, ağrıyı, sıcağı, soğuğu algılayacak sinir hücrelerini, ses titreşimlerini hissedecek kulak hücrelerini, besinleri sindirecek sindirim sistemi hücrelerini ve bunun gibi daha pek çok doku ve organın yapı taşlarını oluşturmaya devam ederler.
Bir insan embriyosunda ilk belirginleşen kısım merkezi sinir sistemidir. Bu kısım daha sonra gelişerek beyni ve omuriliği meydana getirir. Döllenmeden sadece iki buçuk hafta sonra embriyo üzerinde hücrelerin kenardan içeri doğru hareket etmesi ile birlikte belli belirsiz bir çukur oluşur. Üçüncü haftaya gelindiğinde, bu çukur kapanarak sinir sistemine ait silindir bir tüp ortaya çıkarır. Embriyonun uzunluğu ise hala iki milimetreden daha azdır.
Üçüncü ya da dördüncü haftada kalp atmaya başlar, ancak bu beyinden ya da merkezi sinir sisteminden gelen uyarılar aracılığıyla olmaz. İleride kafayı oluşturacak olan, beynin hemen yanındaki bölgeden gelen uyarılar aracılığıyla atmaya başlar.
Bundan yaklaşık bir gün sonra, iki şişkinlik beyinden çıkıntı yapmaya başlar, bu çıkıntılar ileride gözleri oluşturacaktır. Gözler, bir anlamda, beynin dışarıdan görülebilen uzantılarıdır.
Otuz beşinci güne gelindiğinde, yetişkin bir insanda bilinçli düşüncenin merkezi kabul edilen beyin kabuğu (korteks) gözle görülebilir bir hal alır. Beyin yavaş yavaş büyümeye başlar; bu, yıllarca devam edecek olan bir sürecin başlangıcıdır. Beynin doğum anındaki kütlesi bir yetişkinin dörtte biri kadardır. Bu büyüklük kuşkusuz son derece hikmetlidir. Bu, bebeğin başının doğum anında geçebileceği büyüklüğün sınırıdır. Doğumdan sonraki altıncı ayda, bebeğin kafatası gerçek boyutunun yarısı kadar, ikinci yılın sonunda ise bir yetişkin kafasının dörtte üçü büyüklükte olur. Dördüncü yılda, insan beyni doğum sırasındakinin dört katı büyüklükte, yani 1.400 cm3 kadardır. Şuursuz hücreler yığınının, annenin vücudundan çıkabilmek için en fazla ne kadar büyümesi gerektiğini bilmesi, bunu kusursuzca ayarlaması elbette ki mümkün değildir. Buradaki şuurlu hareket, hücrelerin Rahman ve Rahim olan Allah'ın ilhamı ile hareket ettiklerinin göstergelerinden sadece biridir.
Embriyonun anne karnındaki gelişiminde 5. haftadan itibaren oluşan omurilikte, çok süratli bir şekilde saniyede 5.000 tane nöron üretilir.79 Bu bölgede daha sonra beyin oluşacaktır. Doğum anına kadar beyindeki nöronların sayısı yüz milyara ulaşır.80 Beyin hücrelerinin büyük kısmı embriyonun ilk beş ayında oluşur ve her biri doğumdan önce beyinde olmaları gereken yerde konumlarını almış olurlar. Büyük bir hızla oluşan hücreler bir süre sonra merkezi sinir sisteminin uzantılarını oluşturmak üzere, daha uzaklara göç etmeye başlarlar. Elbette ki "göç" eylemi şuursuz bir hücre için olağanüstü bir yetenektir. Bir hücrenin belli bir noktaya ilerleme ihtiyacı hissetmesi, bunun için yönünü belirlemesi, yolunu şaşırmadan bulması, gitmesi gereken yere geldiğinde ilerlemeyi durdurması son derece hayret ve hayranlık verici bir durumdur. Gözü ya da beyni olmayan yağ ve proteinden oluşan bir hücrenin kendi kendine göç etme kararı alması, üstelik bu hareketi için belli bir amaç taşıması mümkün değildir. Bu, Allah'ın üzerimizdeki hakimiyetinin bir göstergesi, ilminin detaylarının sayısız örneğinden yalnızca bir tanesidir.
Her bir nöronun, sinir sistemi içinde kendisi için ayrılmış olan hedef yerini tam olarak bulması şarttır. Bu yüzden genç nöronların yollarını bulabilmeleri için mutlaka bir rehbere ihtiyaçları vardır. Bu rehberler, omuriliğin ve beynin gelişme alanı arasında bir tür kablo şeklinde uzanan özel hücrelerdir. Nöronlar üretildikleri yerden çıkıp bu rehberlere tutunarak göç ederler ve kendileri için ayrılmış olan yerleri anlayarak, oraya yerleşirler. Hemen ardından ise uzantılar meydana getirerek diğer nöronlarla bağlantı kurarlar. Hücrelerin her biri hedefleri olan organa doğru hızla yol almaya başlar. Nöronlara bu seyahatleri boyunca, "gliyal hücre" denilen bir trilyon destek hücresi eşlik eder. Peki ama nöronlar oluşur oluşmaz böyle bir yolculuğa çıkacaklarını nereden bilmektedirler? Bu yolculuk sırasında hedeflerini bulmak için bir rehber kullanmaları gerektiğine ve birbirleriyle ne tür bir iş birliği yapacaklarına nasıl karar vermektedirler? Nöron dediğimiz varlıklar sonuçta gözle görülemeyecek küçüklükte, atomlardan ve moleküllerden oluşan hücrelerdir. Onların böylesine şuurlu bir şekilde yerleşmeleri kendi karar ve iradeleriyle gerçekleşecek bir olay değildir. Bu işlemi yöneten merkez beyin de değildir. Çünkü henüz anne karnındaki embriyonun beyni oluşmamıştır. Buradaki bilinçli davranışlar, şuurlu bir yaratılışı açıkça ispatlamaktadır.
Beyindeki hücrelerden bazılarının gliyal hücrelere dönüşmesi de son derece mucizevi bir durumdur. Bu hücreler, beyinde bol miktarda bulunurlar ve sayıca nöronlardan on kat fazladırlar. Gliyal hücrelerin bir türü "makrofaj" olarak bilinen ve beyinde meydana gelen bir hasardan sonra ölü hücre kalıntılarını temizlemekle görevli olan hücrelerdir. Diğer bir gliyal hücre sınıfı ise birçok nöronun etrafında, elektriksel yalıtım işlevini görecek yağlı bir tabaka oluşturur. Yıldızımsı şekli dolayısıyla astrosit diye adlandırılan ve her yerde bulunan bir gliyal hücre türü de nöronları korur. Bunlar, aşırı miktardaki toksik kimyasalları temizlemek için bir tür sünger ya da tampon işlevi görürler. Nöronlar fiilen hasar gördüklerinde, astrositler hasarın onarılmasını sağlayacak maddeleri yüksek düzeyde salgılayabilmek için, iki kat çaba harcayarak boyut ve sayı bakımından büyürler. Her biri birbirinden önemli olan bu görevleri, gözle görülmeyen boyuttaki söz konusu hücreler gerçekleştirir.
Tüm bu faaliyetlerin yanı sıra bir yandan da her saniye yaklaşık beş bin tane, benzeri yapılamayan komplekslikteki hücrenin üretimi devam eder.81 Üstelik her bir hücre içerisinde DNA, RNA, ribozomlar, proteinler, iyon kanalları gibi tüm kompleks yapılar eksiksizce bulunmaktadır. Böylesine hızla çoğalan hücrelerin her birinin nerede bulunması gerektiğini, fonksiyonunun ne olacağını, hangi organın parçası olarak nasıl bir özelliğe sahip olacağını bilmesi son derece çarpıcı bir durumdur. Ayrıca her dokuya ait hücreler, hücrenin kendisine has karakterini belirleyen proteinler üretirler. Örneğin beyin hücreleri elektrik iletmeye yardımcı proteinler üretirler. Bir hücrenin hangi organın parçası olduğunu, ne tür bir faaliyeti olacağını bilmesi, ihtiyacına göre protein üretmesi bir başka mucizevi olaydır. Ancak tüm bu detaylar biraraya geldiğinde, vücudumuzdaki bu mükemmel düzen işlemektedir. Dolayısıyla vücudumuzda burada yer veremediğimiz daha pek çok detaylı tasarım bulunmaktadır.
Sekizinci haftaya gelindiğinde bütün temel kısımları belirginleşmiş olan embriyo, cenine dönüşür. Bu esnada testosteron üretimi gerçekleşir ve bu da beynin gelişiminin cinsiyete göre devam etmesini sağlar. İlerleyen haftalarda beynin en öndeki kısmı iki yarı küreye ayrılır. Onbirinci haftada ise arka kısım, kolayca fark edilebilen beyincik haline gelecek şekilde bir gelişim gösterir. Beynin içindeki karıncık (ventrikül) adı verilen oyuklar, en sonunda omuriliğe açılan, birbiriyle bağlantılı bir labirent oluştururlar. Bu labirent aracılığıyla gözenekler, tüm beyni ve omuriliği ömür boyu yıkayacak olan renksiz bir sıvının dolaşımını sağlar.
Yirminci haftaya gelindiğinde beyin korteksi (dış kısım, kabuk) ile bebeğin vücudu arasında sinirsel bağlantılar oluşur. Bundan sonraki beş hafta içinde de duyu sistemi ve beyin arasındaki bağlantılar tamamlanır.
Doğumdan sonraki ilk aylarda, beyindeki yalıtıcı miyelin maddesinde büyük bir artış görülür. Aksonlar miyelinle yalıtılır yalıtılmaz, elektrik sinyalini çok daha verimli bir şekilde taşımaya başlarlar. Hassas bir hareketi gerçekleştirebilmemiz, ancak beyindeki nöronların olabildiğince verimli çalışmasıyla gerçekleşir. Aksonların miyelinle yalıtılması on beş yaşına ve hatta daha ileri dönemlere kadar hızla devam eder.
Sperm ve yumurta olarak ifade edilen iki mikroskobik hücrenin birleşiminden böylesine kompleks bir sinir ağı ve kumanda merkezi oluşması bir yaratılış harikasıdır. Hücreler oluşur oluşmaz bilmedikleri bir yere doğru sadece kendilerine ilham edilen bilgiler doğrultusunda hareket ederler. Açıktır ki, beynin ve sinir sisteminin oluşumu sırasında yaşanan hiçbir olayın tesadüflerle meydana gelmesi mümkün değildir. Çünkü tek bir aşamadaki aksaklık, zincirleme olarak tüm sistemi bozacaktır. Nöronların meydana gelmesi ve bir sinir ağına dönüşmeleri beynin ve ona bağlı çalışan sinir sisteminin oluşum aşamalarından yalnızca bir tanesidir. Değil evrimcilerin iddia ettiği gibi beynin tamamının tesadüfen oluşması, tek bir nöronun bile rastlantılarla meydana gelmesi mümkün değildir. Oxford Üniversitesi Farmakoloji profesörü Susan Greenfield insanın yaratılışındaki bu olağanüstülüğü şöyle dile getirmektedir:
Döllenmiş tek yumurtanın bilinçli olmadığı açıktır, o halde bilinç aniden ne zaman ortaya çıkar? Ve bir cenin nasıl bilinçli olabilir? O halde bilinci ortaya çıkaran doğumun kendisi midir? Bu düşünceyi kabul etmek oldukça zordur, çünkü beyin doğum sürecinden hiç etkilenmez... Bir yanda, bir nöronun beynin doğru bölgesine giden tek yönlü gliyal rayından ne zaman ineceğini nasıl bildiği ve belirli bir devre içinde ekip kuracağı benzer nöronları nasıl tanıdığı gibi, çözülmesi gereken çok sayıda soru; diğer yanda ise, tam bir muamma olarak kalan daha genel bilmeceler var. Gelişmekte olan beynin içinde, bireysellik hangi aşamada filizleniyor? Nöron devreleri bireysel bir beynin yanı sıra bireysel bir bilinci nasıl ortaya çıkarıyor? Bir cenin neyin bilincinde olabilir?82
Nöronları bu özelliklerle yaratan, gerektiği anda gerektiği şekle sokan, gidecekleri yerlere onları tek tek yerleştiren sonsuz ilim sahibi Rabbimiz'dir. Herkes -bu gerçek üzerinde düşünse de düşünmese de- burada çok genel anlamda değindiğimiz aşamalardan geçerek yaratılmıştır. Daha kendisi şuurunda değilken, ihtiyacı olan tüm sistemler kendisi için bedeninde yaratılmıştır. Üstelik bunların oluşumunun yanısıra düzenli bir sistem olarak çalışmaları ile ilgili de hiçbir sorumluluğu yoktur. Vücudumuzdaki bu mükemmel düzen Rabbimiz'in üzerimizdeki rahmetinin sayısız örneğinden sadece bir tanesidir. İnsanın yaratılış mucizesi ayetlerde şöyle bildirilmektedir.

Andolsun, Biz insanı, süzme bir çamurdan yarattık. Sonra onu bir su damlası olarak, savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Sonra o su damlasını bir alak (embriyo) olarak yarattık; ardından o alak'ı (hücre topluluğu) bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne Yücedir. (Mü'minun Suresi, 12-14)

... Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkar mı ettin? Fakat, O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam. (Kehf Suresi, 37-38)

Sonuç: Zihnimizde Yaratılan Algılar Dünyası

Bu bölümde bahsettiğimiz, duyu organlarının topladığı sinyallerin beynimizdeki algılanma şekli, bize önemli bir gerçeği daha göstermektedir: Biz dış dünyanın kendisi ile birebir muhatap olamayız. Madde -biz görsek de görmesek de- dışarıda vardır. Ancak biz maddenin aslına hiçbir zaman ulaşamayız. Bizim muhatap olduğumuz dünya elektrik sinyallerinin beynimizdeki yorumlarından ibarettir. (Detaylı bilgi için bkz. Hayalin Diğer Adı: Madde, Harun Yahya; İdealizm, Matrix Felsefesi ve Maddenin Gerçeği, Harun Yahya)
Bizim “dış dünya” olarak algıladıklarımız, önceki sayfalarda değindiğimiz gibi, yalnızca elektrik sinyallerinin beyinde yarattığı etkilerdir. Pencerenizden gördüğünüz gökyüzünün mavisi, oturduğunuz koltuğun yumuşaklığı, içtiğiniz kahvenin kokusu, yediğiniz etin lezzeti, duyduğunuz telefon sesi, tüm yakınlarınız, hatta bedeniniz elektrik sinyallerinin beyninizdeki yorumudur. Massachusetts Institute of Technology’de nükleer fizik profesörü olan Gerald L. Schroeder, bu gerçekten şöyle bir örnekle bahsetmektedir:
... Ayak parmaklarınızı kımıldatın. Onları hissediyor musunuz? Fakat onları nerenizde hissediyorsunuz? Ayak parmaklarınızda değil. Ayak parmakları hiçbir şey hissetmez. Onları beyninizde hissediyorsunuz. Vücudundaki bir uzvu kesilen biri, kesilen bu parçayı hissetmeye -beyinde- devam ettiğini size anlatabilir. Beyin, tüm algıları kaydeden ve sonra bu algıları, vücudun ilgili bölümüne ait zihinsel bir görüntü olarak aksettiren çeşitli haritalara sahiptir. Fakat bize ayak parmaklarımızı sanki ayağımızda hissediyormuşuz gibi gelir. Ve bu durum sadece ayak parmaklarıyla da sınırlı değildir. Gerçekliğin tamamı, gördüğümüz ve hissettiğimiz, kokladığımız ve işittiğimiz herşey, beyinde planlanır ve daha sonra bu kaydedilmiş algılar beyin kabuğu adı verilen 2-4 milimetre kalınlığındaki, buruşuk gri tabakadan bilincimize ulaşır, geri kalan işlemler ise beynimizin en üst noktasında tamamlanır. Bizim dışımızda, dünyada bir gerçeklik mevcuttur, fakat tecrübe ettiğimiz -her dokunuş ve her ses, her görüntü, her koku ve tat- kafamızın içinde ortaya çıkar.78
Bu bölümde vardığımız sonuç bilimsel olarak ispatlanmış bir gerçektir. Bir kimsenin apaçık delillere rağmen maddenin dışarıdaki aslıyla muhatap olduğuna inanması ise, televizyonda gösterilen bir filmdeki karakterlerin gerçekten yaşadıklarına inanmaya benzer bir durumdur.
Peki maddenin aslına ilişkin bu gerçek bize ne düşündürmelidir?
Kapkaranlık bir mekanda, bir göze, retinaya, merceğe, göz sinirlerine, göz bebeğine ihtiyaç duymadan, elektrik sinyallerini rengarenk bir bahçe olarak gören, bu gördüğü manzaradan zevk alan kimdir?
Hiçbir sesin giremediği beyinde, bir kulağa ihtiyaç duymadan, elektrik sinyallerini hoşuna giden bir melodi olarak duyan, bundan zevk alan kimdir?
Beynin içinde bir ele, parmaklara, kaslara ihtiyaç duymadan elektrik sinyallerini kadifenin yumuşaklığı olarak hisseden kimdir?
Sıcaklık, soğukluk, kıvam, biçim, derinlik, uzaklık gibi dokunma duyularını aslının aynısı olarak beyinde kim yaşamaktadır?
Hiçbir kokunun giremediği beynin içinde, çeşit çeşit çiçeklerin kokusunu kim ayırt etmektedir ya da sevdiği yemeğin kokusunu duyunca iştahı açılan kimdir?
Beynin içinde oluşan bu görüntüleri, bir televizyon ekranından izler gibi izleyen, izledikleri ile sevinen, üzülen, heyecanlanan, hoşnutluk duyan, telaşlanan, merak eden kimdir?
Tüm gördüklerini ve hissettiklerini yorumlayacak bilinç kime aittir? Ve bu görüntüleri izleyen, düşünen, sonuç çıkaran, karar veren bilinç sahibi varlık kimdir?
Bütün bunları algılayanın, şuursuz atomların oluşturduğu, su, yağ protein gibi maddelerden meydana gelen beyin olamayacağı açıktır. Akıl ve vicdan sahibi her insan, hayatı boyunca yaşadığı olayları beyninin içindeki ekranda izleyen varlığın, “ruhu” olduğunu hemen anlayacaktır. Her insan göze ihtiyaç duymadan görebilen, kulağa ihtiyaç duymadan duyabilen, beyne ihtiyaç duymadan düşünebilen bir ruha sahiptir. Ruhun muhatap olduğu algılar evrenini yaratan ve her an yaratmaya devam eden ise, Yüce Allah’tır. Bir ayette şöyle buyurulmaktadır:

Gerçek şu ki size Rabbinizden basiretler gelmiştir. Kim basiretle-görürse kendi lehine, kim de kör olursa (görmek istemezse) kendi aleyhinedir... (En’am Suresi, 104)


Rüyadan Farksız Hayatımız

Peki rüyalar ile “gerçek hayat” arasındaki fark nedir? Rüyalar, gerçek hayat dediğimiz algılara göre çoğu zaman mantıksal yönden tutarsız ve düzensizdir. Ama bunun dışında, teknik olarak, rüya ile “gerçek hayat” arasında fark yoktur. Çünkü her ikisi de, beynin içindeki algı merkezlerinin uyarılması yoluyla oluşur. Ansiklopedik bir kaynakta, rüyanın da aynı şekilde yaşandığı şöyle anlatılır:
Rüya görmek, diğer tüm zihinsel işlemler gibi, beynin ve aktivitelerinin bir ürünüdür. Bir insan ister uyanık isterse uykuda olsun, beyin daimi olarak elektriksel dalgalar verir. Bilim adamları bu dalgaları “elektroensephalograf” adı verilen bir cihazla ölçerler. Uykunun büyük bölümünde, beyin dalgaları geniş ve yavaştır. Ama bazı zamanlarda, daha küçük ve hızlı hale gelirler, gözler sanki rüya gören kişi bir seri olayı seyrediyormuş gibi oldukça hızlı hareket etmeye başlar. Uykunun REM (Rapid Eye Movement-Hızlı Göz Hareketi) denen bu kısmı, rüyaların çoğunun oluştuğu bölümdür. Eğer kişi REM sırasında uyandırılırsa, gördüğü rüyanın detaylarını büyük olasılıkla hatırlayacaktır… REM uykusu sırasında, beyinden kaslara sinyal gönderen sinir yolları bloke olur. Dolayısıyla rüyalar sırasında beden hareket etmez. Ayrıca serebral korteks (beynin yüksek zihinsel işlevlerle ilgili kısmı) REM sırasında, rüya görülmeyen uyku bölümlerine göre çok daha aktiftir. Korteks, beynin “beyin sistemi” adı verilen bölümünden gelen sinir hücrelerinin taşıdığı uyarılar tarafından harekete geçirilir.1
Burada anlatılanlar şunu göstermektedir; gerçek hayat da rüya gibi beynimizin ilgili merkezlerine gelen impulsların (uyarıların) yorumlanmasıyla oluşan bir algılar bütünüdür.


Allah’ın Üzerimizdeki Bir Koruması:
Dikkat Mekanizması


Beyin vücudun alarm sisteminin başladığı yerdir. Tetikte olmak da beynin tehlike anında kullandığı özel bir mekanizmadır. Eğer beyin tehdit oluşturabilecek bir uyarı alırsa -çalılıktaki bir hışırtı gibi- adrenalin salgılanır. Bu da tüm gereksiz aktiviteleri durdurarak, beyni alarma geçmiş bir tarayıcıya dönüştürür. Aynı zamanda vücut aktivitesini de yavaşlatmaya başlar: Kalp atışı yavaşlar, nefes almalar derinleşir ve sessizleşir.
Beyin reaksiyon göstereceği bir şeyi tetikte bekler. Sabit olarak çevreden gelen uyarıları alabilmek için etrafı tarar. Bu işlem daha çok beyindeki otomatik mekanizma tarafından yapılır.
Vücudumuzdaki bu dikkat mekanizması da Rabbimiz’in üzerimizdeki bir korumasıdır. Biraz dikkat dağınıklığı olduğunda sakatlanma, yanlış anlama, hatırlama güçlüğü gibi pek çok sorunla karşılaşırız. Ancak özellikle gerekli anlarda dikkatin keskinleşmesi, vücudun tetikte olması sağlığımızı korumamız, çevremizle uyum içerisinde yaşayabilmemiz için çok önemlidir. Rabbimiz'in bu sınırsız koruması bir ayette şöyle bildirilmektedir:

... Doğrusu benim Rabbim, herşeyi gözetleyip-koruyandır. (Hud Suresi, 57)

Benzer Sinyaller Birbirinden Çok Farklı Mesajları Nasıl Taşır?

Buraya kadar duyu organlarımızın işleyişini ve bazı mucizevi özelliklerini aktardık. Tüm duyu organlarımızdaki ortak yön, dışarıdan aldıkları uyarıcıları elektrik sinyallerine dönüştürerek beyindeki ilgili duyu merkezine aktarmalarıydı. İşte bu noktada çok şaşırtıcı bir gerçek karşımıza çıkar: Beynin duyu organlarından aldığı mesajların tümü aynı tür uyarılardan meydana gelmektedir. Beynin çeşitli merkezlerine ulaştırılan bu uyarıların hepsi elektrik akımları şeklindedir. Birbirinin aynı olan elektriksel akımların, birbirinden çok farklı bilgiler içermesi ve beynin farklı merkezlerinde farklı etkilere sebep olması son derece hayret verici bir durumdur. Susan Greenfield İnsan ve Beynimiz adlı kitabında bu olağanüstü duruma şöyle dikkat çekmiştir:
Görsel kortekse gelen elektrik sinyalleri görme olarak algılanırken, beynin somatik-duyusal korteks ya da işitme korteksi gibi farklı bir bölümüne gelen tamamen aynı türden elektrik sinyallerinin neden dokunma ve duyma olarak algılandığı, beynin bir diğer şaşırtıcı ve gizemli yönüdür.77
Greenfield’in “gizemli” olarak ifade ettiği gerçek, aslında son derece açıktır: Duyu organlarımızın işleyişi, bedenimizin tüm diğer fonksiyonları gibi kusursuz bir yaratılışla var edilmiştir. Yüce Rabbimiz aynı kara topraktan birbirinden çok farklı renklerde, tatlarda, kokularda bitkiler, meyveler çıkardığı gibi, birbiriyle aynı elektrik sinyallerinin beynimizde birbirinden tamamen farklı şekillerde algılanmasını sağlamaktadır. Bu sayede dış dünyadaki renkleri, kokuları, tatları kusursuz şekilde hissedebilmekteyiz.

Allah’ın Rahman ve Rahim Sıfatlarının Bir Tecellisi:Ağrı ve Acı Hisleri

Bacağımızı masanın kenarına çarptığımızda ya da yerdeki kırık cam parçasına bastığımızda ağrı ya da acı hissederiz. Ağrı ve acı hislerinin hayatımızda çok önemli bir yeri vardır, çünkü bize vücudumuzda bir sorun olduğunu bildirirler. Cildimizdeki alıcı hücreler bize zarar veren şeylere tepki verdiklerinde -beynimize acil mesajlar gönderdiklerinde- ağrı ve acı hissederiz. Bunun üzerine biz de, bu rahatsızlığı gidermek için birtakım tedbirler alırız.

Yaralanma esnasında acı hissinin
azalmasının hikmeti:

Bazı insanlar yaralandıkları anda ve yaralandıktan sonra bir süre acı hissetmezler. Böylece insan, yaralı olduğu halde kendisini koruyacak veya tehlikeden kaçabilecek güç bulur. Acı hissinin iletilmesi de sinir hücreleri aracılığıyla olur. Söz konusu hücreler, acı, sızı, ağrı ve üzüntüyü yok eden, vücudu rahatlatan “endorfin” maddesi içerirler. Endorfin, adeta beynimizin ürettiği bir ağrı kesicidir. Endorfin ağrının ilk hissedildiği anda salgılanır, ama ilk kriz atlatıldığında etkisi geçer. Bu sayede ciddi olarak yaralanan insanlar bile belli bir süre için şiddetli bir ağrı hissetmezler. Ağrı kesici ilaçlar da aynı mantıkla işlev görürler. Pek çoğu hastalıkları ve yaraları tedavi etmezler; bunlar sadece ağrıyı hissetmemizi engelleyen kimyasal madddelerdir. Yaralanma esnasında acı hissinin azalması Allah’ın insanlar üzerindeki rahmetinin bir örneğidir.

Işık Enerjisinin Elektriğe Çevrilmesi ve Görme Algısı
Görme olayı oldukça aşamalı bir biçimde gerçekleşir. Görme sırasında, herhangi bir cisimden gelen ışık demetleri (fotonlar), gözün önündeki lensin içinden kırılarak geçer ve gözün arka tarafındaki retinaya ters olarak düşerler. Buradaki hücreler tarafından elektrik sinyaline dönüştürülen görme uyarıları, sinirler aracılığı ile, beynin arka kısmındaki görme merkezi adı verilen küçük bir bölgeye ulaşırlar. Bu elektrik sinyali bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır.
Gözde, koni ve çubuk olarak ifade edilen iki çeşit alıcı hücre bulunmaktadır. Çubuklar ışığa karşı öylesine hassaslardır ki, soluk bir ışıkta dahi görüntünün oluşmasını sağlarlar. Ancak normal gün ışığında aşırı ışıktan dolayı, herhangi bir sinyali iletemeyecek hale gelirler. Koniler ise yüksek ışıkta işlev gördüklerinden, gün ışığında görüntünün oluşmasını sağlarlar.
Örneğin televizyon ekranına baktığınızda, bilgiyi gözden beynimize ulaştırmak için 1 milyon sinir lifinden oluşan optik (görme ile ilgili) sinire ihtiyaç vardır.72 Gözlerin televizyondaki bir görüntü ile uyarılması retinanın ışık alıcılarında kimyasal bir tepkimeye neden olur. Bu tepkime sonucu retinadaki sinyaller optik sinirleri, optik sinirler de beyni uyarır. Beyinden gönderilen sinyaller de saniyede 100 metre hızla gözleri, ayak parmaklarını, ayak bileklerini, bacakları, omuzları, kolları, bilekleri ve parmakları kontrol eden kasları uyarır. Görüntünün algılanması ile birlikte, koltuğa yönelme, kumandanın ses düğmesine basma gibi hareketler gerçekleşir.
İnsan gözü, kırmızı ile mor aralığındaki değişen renkleri algılar. Bu aralığın altındaki kızıl ötesi ışınları ve üzerindeki ultraviyole ışınlarını algılayamaz. Bu, son derece hikmetli bir yaratılıştır. Eğer gözümüz bu aralıktaki ışık dalga boylarını değil de, daha düşük dalga boylarını algılamaya ayarlı olsaydı, örneğin radar ekranındaki gibi bulanık bir görüntü ile muhatap olacaktı. Eğer gözümüz daha yüksek dalga boylarını algılamaya ayarlı olsaydı, bu sefer de röntgen filmindeki gibi görüntülerle yaşayacaktık. Ancak Allah’ın rahmetiyle gözdeki hücreler ancak bu dalga boylarındaki ışığı elektrik sinyaline çevirmekte ve böylesine renkli, detaylı bir görüntü görmemizi sağlamaktadır. (Detaylı bilgi için bkz. Gözdeki Mucize, Harun Yahya)

Beyinde Oluşan Üç Boyutlu Dünya
Beyin, nesnelerin uzaklıklarının tespit edilmesinde de son derece hassastır. Her iki göz aynı anda hareket etmelerine karşın, farklı açılarda görüntü elde ederler. Gözlerin açıları arasındaki bu farklılıklar ise beynin, görülen nesnenin ne kadar uzakta olduğunu hesaplamasına yardımcı olur. Beyne iletilen iki görüntü kıyaslanır ve görüntünün derinliği belirlenir; böylece siz de elinizdeki kitabı üç boyutlu bir görüntü içinde görürsünüz. Eğer bu özellik olmasaydı, herşeyi çift ve tek bir düzlem üzerinde görürdük. Bu bakımdan iki gözün görüş alanlarının farklı açılarda olması son derece hikmetli bir yaratılış örneğidir.
Bir tenis maçı izlediğinizi düşünelim. Oyunculardan biri, ağın üzerinden geçen topa raketiyle karşılık veriyor. Beyniniz size vuruşun nasıl olduğu hakkında kanaat belirtiyor. Topu, ağı ve raketi aydınlatan ışık, siz farkında olmadan eş zamanlı bir şekilde gözlerinize ulaşıyor. Bir raket ya da bir tenis topu olarak algıladığınız şey, beyninizde çok sayıda elektriksel sinyalin iş birliği yapmasından oluşan bir görüntüdür ve her bir sinyal beyindeki ilgili kısma yöneltilir. Ancak beyninizde, bu tenis maçını nasıl gördüğünüze ilişkin herhangi bir ipucu yoktur. Bilim adamları görüntü, ses ya da koku verilerinin beynin ilgili kısımlarına nasıl yansıtıldığını açıklamaktadırlar, ancak onları asıl şaşkınlık içinde bırakan bu elektrik sinyallerinin yeniden, orijinaline uygun olarak beyinde nasıl düzenlendiğidir.
Gerald L. Schroeder görme olayındaki mucizevi yönlerden birkaçını şu ifadelerle dile getirmektedir:
Biyolojik bilgi transferi süreci hayranlık verici bir hikayedir. Sadece bu olaylar zincirinin tek bir parçasını ele almak istersek, beyin gözdeki retinaya yansıtılan iki boyutlu görüntünün üç boyutlu bir dünyayı temsil ettiğini nereden bilir? Çünkü görüntü bir dizi elektriksel uyarıya dönüştürülür ve bunların her biri... voltaj farklarıdır... Bu aklı nereden almıştır?73
Schroeder’in de vurguladığı gibi, elektriksel uyarıların bilgiyi şifreli olarak taşıması, sonra bunların maddesel dünyadakinin aynısı olarak beynimizde yorumlanması, üstün bir aklın ürünüdür. Yazarın “Bu aklı nereden almıştır?” ifadesi ile dikkat çektiği aklın gerçek sahibi ise, kuşkusuz hepimizi yaratan, görmemiz için gözler veren Rabbimiz’dir. Bu gerçek Kuran ayetlerinde şu şekilde bildirilmektedir:

De ki: “Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve işleri evirip-çeviren kimdir? Onlar: “Allah” diyeceklerdir. Öyleyse de ki: “Peki siz yine de korkup-sakınmayacak mısınız? İşte bu, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah’tır. Öyleyse haktan sonra sapıklıktan başka ne var? Peki, nasıl hala çevriliyorsunuz? (Yunus Suresi, 31-32)

Koku Moleküllerinin Elektrik Sinyaline Çevrilmesi
Koku algımızın işleyişi de diğer duyu organlarımızın işleyişine benzer. Aslında burnumuzun dışarıdan görünen bölümünün görevi sadece bir kanal gibi, havadaki koku moleküllerini içeri almaktır. Vanilya veya gül kokusu gibi uçucu moleküller, burnun epitelyum denilen bölgesindeki titrek tüylerde bulunan alıcılara gelir ve bu alıcılarda etkileşime girerler. Koku moleküllerinin epitelyum bölgesinde yaptıkları etkileşim, beynimize elektrik sinyali olarak ulaşır. Bu elektrik sinyalleri ise beynimizde koku olarak algılanır.
Koku moleküllerinin yaptığı etkinin elektrik enerjisine dönüştürülmesinde hayranlık verici bir sistem işler. Burundaki hassas zar üzerinde 50 milyon kadar sinir hücresi bulunmaktadır. Her bir sinir hücresi pek çok protein içerir. Bir koku molekülü, şekli uyduğu sürece bu sinir hücrelerindeki protein moleküllerinden birine tutunabilir. Böylelikle bu bölgede elektriksel olarak bir kutuplaşma meydana gelir. Bu kutuplaşma elektrik enerjisi meydana getirir ve algılanan kokuya ait elektrik sinyalleri, alnın hemen altındaki koku alma bölgesine ulaşır. Burada farklı hücrelerden gelen bilgiler değerlendirilir ve çeşitli beyin yapılarına gönderilerek, “koku”nun kaynağı belirlenir. (Detaylı bilgi için bkz. Koku ve Tat Mucizesi, Harun Yahya)
Taze ekmeğin, bahçedeki güllerin, yeni biçilmiş çimenlerin, yağmurdan sonraki toprağın, sıcak çorbanın, çileğin, şeftalinin, maydanozun, kullandığınız sabunun, şampuanın kokusunu ve buna benzer daha pek çok kokuyu duyabilmenizi burnunuzdaki hassas yapıya borçlusunuz. Pek çok insan gün içinde ne kadar çok koku duyduğunu ve bu kokular sayesinde cisimlerin şeklinin zihninde nasıl belirdiğini hiç düşünmez. Oysa yediğiniz yemeğin lezzet kazanmasını sağlayan, koku alma duyunuzdur. Koku, cisimleri tanımanızdaki önemli etkenlerden bir tanesidir.
Aldığınız her nefesle birlikte cisimlere ait kokular da burundan içeriye girer. İnsan burnu duyduğu bir kokuyu 30 saniye içinde analiz edecek ve yaklaşık 3.000 değişik kokuyu birbirinden ayırt edebilecek müthiş bir kapasiteye sahiptir.74

Elektrik Sinyallerinin
Tat Olarak Algılanması

Tat alma sistemimiz, proteinleri, iyonları, kompleks molekülleri ve pek çok kimyasal bileşiği analiz eder; bir ömür boyu durup dinlenmeksizin bizim adımıza çalışır. Dil, adeta karmaşık kimyasal analizler yapan bir laboratuvar gibi faaliyet gösterir. Yediğimiz veya içtiğimiz her besin çok sayıda farklı tat molekülünden oluşur. Herhangi bir tabak yemekte, yüzlerce veya binlerce ayrı kimyasal madde bulunur. Dilimizdeki tat alıcıları da bu farklı molekülleri kusursuz bir doğrulukla tahlil ederler. (Detaylı bilgi için bkz. Koku ve Tat Mucizesi, Harun Yahya)
Dilimizde bu analizin gerçekleşmesi için son derece özel bir tasarım vardır. Vücudumuzun başka hiçbir yerinde değil, sadece besinlerin sindirimine başladığımız ilk aşamada -dilimizde- tat alma konusunda uzmanlaşmış hücreler yer alır. Bu hücreler besinlerin analizini yaparak, bunlarla ilgili bilgileri beyine elektrik sinyali olarak ulaştırırlar. Dilden beyne ulaşan bu elektrik sinyallerinin lezzet olarak yorumlanması ise yine beynimiz tarafından gerçekleştirilir.
Tat alma sistemimizdeki hücrelerin, tam olması gereken sayıda, yerde ve en ideal şekilde bulunmaları da üstün bir yaratılış örneğidir. Elektrik sinyallerini yorumlayan beynimizin, bize ne yediğimizi söylemesi, her seferinde hatasız olarak yediklerimizi ayırt etmesi, üstelik bunların kimyasal analizini yaparak ekşi mi, acı mı, tatlı mı olduklarını bildirmesi vücudumuzdaki yaratılış mucizelerinden biridir.

Elektrik Sinyallerinin Ses Olarak
Yorumlanması ve İşitme Algısı

Dış kulak, çevredeki ses dalgalarını kulak kepçesi ile toplayıp orta kulağa iletir. Orta kulak ise aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır. İç kulak da bu titreşimleri sesin yoğunluğuna ve sıklığına göre elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Beyinde birkaç yere uğradıktan sonra mesajlar, son olarak bu sinyallerin işleme koyulup yorumlandığı duyma merkezine iletilirler. Böylece duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.
İşitme algısındaki en şaşırtıcı özelliklerden biri kulakta yer alan kanallardaki 20.000 tüyün tepki verme hızıdır. Orta kanal, saniyede 256 devirle titreşir. Orta kulağın hemen üstündeki kanal, saniyede 512 devirle ve bunun üstündeki kanal da, saniyede 1.024 devirle titreşir. Tüylerin böylesine yüksek titreşimleri yorumlamaya elverişli yapısı, müzikteki notalar arasında hassasiyetle ayrım yapabilmemezi sağlar. Bu, bedenimizdeki en hassas ve en hızlı tepki sistemlerinden birini oluşturur.
Beynin kulaktan gelen ses titreşimlerini çözümlerken, sesi -konuşmacının konuşma hızından, yüksekliğinden veya aksanından etkilenmeden- kelimelere, bu kelimeleri de cümle parçalarına çevirmesi gerekir. Çoğu zaman kafamızın içerisindeki hayranlık uyandıran bu yorumlama sisteminin hiç farkında olmayız. Kulaktaki kompleks tasarım bilim adamlarının sık sık övgülerini dile getirmelerine sebep olmuştur. Bunlardan biri şöyledir:
Mühendislik harikası. İnsan vücudunda yer alan organlardan sadece birkaç tanesi, kulak gibi küçücük bir alanda, çok fazla şeyi başarmaktadır. Eğer bir mühendisin kulağın işlevini taklit etmesi gerekse, yaklaşık 16 cm3’lük bir alana bir ses sistemi sığdırması gerekirdi. Sözü edilen bu ses sisteminde ... geniş çaplı bir mekanik çözümleyici, naklen yayınlayıcı ve ses yükseltme birimi, mekanik enerjiyi elektrik enerjisine dönüştüren çok kanallı bir sistem, hassas bir hidrolik denge sağlama sistemi bulunması gerekecekti. Bu minyatürleştirme mucizesini gerçekleştirebilse bile, büyük olasılıkla kulağın performansına eşit olmasını umut edemezdi. Kulak, menzilinin bir ucunda bir sis düdüğünün alçak sesini, diğer bir ucunda da bir jet motorunun keskin bağırtısını duymaya göre kendini ayarlayabilir. Bu organ, kemanla çalınan bir müzik ile bir senfoni orkestrasındaki viyolayla çalınan bölümler arasındaki ince ayrımı yapabilir... Hatta uyku sırasındayken bile kulak inanılmaz bir etkinlikle işlevlerini yerine getirir. Çünkü beyin, kulak yoluyla kendisine iletilen sinyalleri yorumlayabilir ve seçebilir. Bir insan gürültülü bir trafikte veya komşusunun televizyonunun yüksek sesiyle de uyuyabilir, sonra da alarmlı bir saatin yumuşak sesiyle ise hemen uyanabilir.75
Kulak aynı zamanda algıda seçiciliğe sahiptir. Kulağın bu özelliğini anlamak için gece vakti bir çocuğun ağlama sesini duyduğunuzda olanları düşünebiliriz. Ses sinyali beynin ilgili bölgesine gönderilir ve burada adım adım deşifre edilir. Ne tür bir ses olduğu, kime ait olduğu gibi bilgiler tespit edilir. Uzun süreli bir hafızaya sahip olduğunuz için bu ses size tanıdık gelir ve bunun çocuklarınızdan birine ait olduğunu anlarsınız. Bu bilgi ile beraber beyniniz artık çocuğunuzun yardım istediğini bilir ve bir acil durum yaşandığının sinyalini gönderir. Buna bağlı olarak, vücudu harekete geçirmek için adrenalin akışının sağlanması gibi hazırlayıcı reaksiyonlar gerçekleşir. Tüm bunlar hareketsiz bedeninizi hareket için teşvik eder ve siz, çocuğun yatağına doğru harekete geçersiniz. Ayrıca size çocuğun yatağının nerede olduğunu söyleyen hafızanız devreye girer. Son derece sade olarak aktardığımız bu algı ve hareketler zinciri, mucizevi biyokimyasal, biyoelektriksel işlemler içerir. Bütün bunlar her biri binlerce terminale sahip olan yüz binlerce aksonun bir katrilyon (1.000.000.000.000.000) lifle karşılıklı bağlantıya geçmesi sonucunda gerçekleşir. Beyniniz sinyalleri deşifre etmek için analizler yaparken, siz bunun hiç farkına varmazsınız. Peki tüm bunları algılayan bir et yığını olabilir mi? İşte bu soru ön yargısız bilim adamlarını da düşünmeye sevk etmektedir. Bunlardan biri olan Gerald L. Schroeder işitme algısı ile ilgili şunları sorgulamaktadır:
Ve sırada zor sorunun zor kısmı var: Müzik sesi. Ses dalgaları, kulak zarına çarparak ... beyin korteksinde kimyasal olarak depolanmış biyoelektrik sinyallere dönüşür. Fakat sesi nasıl duyabiliyorum? Beyinde depolanmış bilgi de dahil olmak üzere buraya kadar olay tamamıyla biyokimyasaldır. Ne var ki ben biyokimyayı duymam. Sesi duyarım. Kafamın içinde bu ses nerede oluşuyor? Veya görüntü; ya da koku? Bilinç nerededir? Karbon, hidrojen, nitrojen, oksijen vb. gibi maddelerden hangisinin durağan atomları, kafamın içerisinde bir düşünce üretebilecek ya da bir şekil yaratabilecek kadar akıllı hale gelebilir ki? Bu saklı biyokimyasal bilgi kodlarının nasıl hatırlandığı ve bilinçte tekrar nasıl canlandırıldığı bir muamma olarak kalmaya devam etmektedir.76
Schroeder’in “bir muamma” tanımlaması yanlıştır. Elbette dış dünyayı algılayan bir et parçası olan beyin değil, Allah’ın insana vermiş olduğu Ruh’tur. İnsan zihni biyokimyasal işlemlerin bir sonucu değil, Allah’ın insana vermiş olduğu bir nimettir. Rabbimiz bir ayette şöyle buyurmaktadır:

Sonra onu ‘düzeltip bir biçime soktu’ ve ona Ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz? (Secde Suresi, 9)
Denge ve hareket
Aralıksız yer çekimi olmasına rağmen nasıl ayakta durabiliyorsunuz? Düşmeden kendi etrafınızda aniden nasıl dönebiliyorsunuz?
İç kulağın girişindeki organlar, kafanın hareketi ve pozisyonu hakkında beyne bilgi yollayarak dengenin elde edilmesine yardımcı olurlar. Başın hareketi kanallardaki sıvının hareket etmesine ve tüycüklerin eğilmesine sebep olur; eğilen tüycükler beyne doğru giden mesajları başlatırlar. Ancak bu kanaldaki dokular farklı hareketlere ayrı tepki verirler. Bir tanesi aşağı yukarı harekete çok hassastır, bir tanesi yanlara doğru olan harekete ve diğeri de eğilme hareketine hassastır.
İç kulağımızın içinde “vestibüler sistem” adı verilen özel bir mekanizma vardır. Dengemizi sağlamamıza yardım eden bu sistem hangi yöne hareket ettiğimizi de bildirir. Vestibüler sistem “yarım daire kanalları” adı verilen ve özel bir sıvıyla dolu üç tünelden oluşur. Her kanalda tüylerle kaplı birer bölge bulunur. Bu tüyler alıcı hücrelerdir ve hareket ettiğimiz zaman kanallardaki sıvı, tüylerin üzerinden akarak onları büker. Bu bükülme beyne gönderilen elektrik sinyallerine dönüştürülür. Beynimiz bu sinyalleri çözümleyerek o sırada ne yaptığımızı ve konumumuzu bilir.
Kimi zaman dengenizi kaybetmenizin sebebi iç kulakta yaşanan sarsıntıdır. Başınızı eğdiğinizde ya da sağa sola çevirdiğinizde bu kanallardaki tüyler eğilmeye başlar, tüylerdeki bu durum bu tüylerin başın ve kanalın hareketlerine oranla saniyenin küçük bir yüzdesinde harekete geçmesine neden olur. Tüylerin harekete geçmesiyle birlikte her bir tüyün tabanında var olan sinirlerde gerçekleşen kimyasal reaksiyonlar sonucunda, bilgiyi duyu sistemine aktaran elektrokimyasal sinyaller üretilir. Daha sonra da beyin, bu sinyalleri vücudun duruşuna ilişkin bilgiyle -bacak eklemlerinin açısı, görüntümüzle ilgili sinyaller, kaslardaki kasılmalar gibi- birleştirerek vücutta gerçekleşen sendelemeyi fark eder.
Kulaktaki bu sistem gözlerdeki, boyundaki, kaslardaki ve bağlardaki sinir alıcıları ile beraber çalışır; bunların hiçbiri tek başına insanı dengede tutmak için yeterli değildir. Durmakta olan bir trenin penceresinden dışarı bakıp, bir başka trenin uzaklaştığını gördüğünüzde, gözleriniz sanki hareket ediyormuşsunuz gibi bilgi verecektir. Ancak vücudunuzdaki diğer sinir alıcıları size bunun aksini bildirerek, çevreyi doğru algılamanızı sağlar. Böylece sizin sabit, diğer trenin hareket halinde olduğunu anlarsınız.
Elbette ki burada “beyin bu verileri birleştirir” diyerek kısaca tanımladığımız işlem, aslında her bir hücrenin ve bir milyardan fazla aksonun sinyal aktarımındaki kusursuz iletişim ağı neticesinde gerçekleşmektedir. Vücudumuzun denge mekanizması bilinçli bir yaratılışın ürünüdür. Kuran'da şu şekilde bildirilmektedir:

Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Allah, herşeye güç yetirendir. (Al-i İmran Suresi, 189)

ELEKTRİK AKIMI İLE TAŞINAN HAYATİ BİLGİLER

Dünya hakkında bildiğimiz herşey bize duyularımız vasıtasıyla ulaşır. Duyular olmasaydı, çevremizdeki herşeyle bağlantımız kesilirdi. Kolumuzu masaya yasladığımızı ya da yumuşak bir koltuğa oturduğumuzu dahi bilemezdik. Duyular dış dünyada ve vücudumuzda neler olup bittiği hakkında çok kapsamlı bilgi edinmemizi sağlarlar. Örneğin bir arkadaşınızın yüzünün tamamını görmeseniz ya da bu kişiyi arkasından görseniz bile tanıyabilirsiniz. Binlerce farklı koku ve renk tonunu birbirinden ayırt edebilirsiniz. Derinize değen bir tüyü hemen hisseder, düşmekte olan bir yaprağın hışırtısını duyarsınız. Bunların hiçbiri için çaba harcamazsınız.
Duyu organlarının, dışarıdaki nesneler hakkında bilgi toplayan bölümlerine “alıcı” adı verilir. Alıcılar, kendilerine ulaşan bilgileri, sinir hücreleri aracılığıyla beyne iletilen elektrik akımlarına dönüştürürler. Beyin kendisine ulaşan bu elektrik akımlarını yorumlar ve sizin, nesnelerin özelliklerini anlamanıza vesile olur. Daha sonra vücudunuzun diğer bölgelerine komutlar göndererek, bu bilgiler doğrultusunda harekete geçilmesini sağlar.
Farklı duyu organlarındaki alıcılar farklı şeyleri algılar ve tepki verirler. Kulaklardaki alıcıların bazıları seslere tepki verir. Bazıları da başın hareketlerine tepki vererek dengeyi korumayı sağlar. Gözlerdeki alıcılar ışığa ve renge tepki verirken, burnun iç kısmındaki alıcılar havadaki kimyasal maddelere tepki verirler. Dilimizdeki alıcılar, sıvılara ya da tükürükte çözünmüş maddelere tepki verirler. Derimizdeki alıcılar dokunma, basınç, sıcaklık ve ağrıya tepki verir. Kas ve eklemlerimizdeki alıcılar ise hareket ettiğimiz zaman tepki vererek, vücudumuzun konumu hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlarlar.
Vücudumuz başlı başına bir tasarım harikasıdır. Ancak bu bedenin dış dünyaya duyarlı olması, çevresinde olup bitenleri algılayarak tepki verebilecek yetenekte olması, en az tasarımı kadar olağanüstüdür. Öyle ki günümüzün en önemli teknolojik aletlerinde dahi beyin-vücut arasındaki kompleks işlemleri gerçekleştiren koordinasyon sağlanamamıştır.
Örneğin bilgisayarlarda duyu organları yerine kodlama mekanizması vardır. Bu mekanizma bilgiyi ikili kod adı verilen bir dizi elektriksel sinyale dönüştürür. İkili kod bilgisayarın işlemcisi tarafından yorumlanır. İşlemci, bilgisayarın beyni gibi hareket eder. Örneğin bir duman dedektörü, yükselen ısıya ve dumana tepki verecek şekilde tasarlanmıştır. Dedektör, ısı ve dumanla ilgili verileri ikili kodlara dönüştürür. İkili kodlar bilgisayar işlemcisi tarafından yorumlanır ve komutlar su püskürtme sistemine gönderilir. Böylece su püskürtücüleri çalışmaya başlar. Ancak algılarımız -çalışma sistemleri benzer olduğu halde- otomatikleşmiş komutların ötesinde yorum ve değerlendirme gücüne sahiptir. Örneğin insan beyni dumanı algıladığında, çok yönlü tedbir alabilir: Dumanın miktarına, kaynağına göre pencereyi açabilir, yangın söndürücü kullanabilir, odadaki kişileri boşaltabilir, telefon edip itfaiye çağırabilir... Bu da insanın hiçbir teknik aletle kıyaslanamayacak kadar olağanüstü bir yaratılışa sahip olduğunu gösterir.

Elektrik Sinyallerinin Dokunma
Hissine Çevrilmesi
Diğer tüm algılar gibi, dokunma hissi de deri hücrelerinin elektrik sinyalleri olarak ilettiği bilgilerin beyinde yorumlanmasıyla oluşur. Siz bir kumaşa dokunduğunuzda onun sert, yumuşak, ince ya da kaygan olduğunu beyninizde algılarsınız. Parmak uçlarınızdaki alıcı hücreler, kumaşa ait bilgileri beyninize elektrik sinyali olarak ulaştırırlar ve bu sinyaller beyninizde dokunma hissi olarak algılanır. Örneğin siz pürüzlü bir yüzeye dokunduğunuzda, onun gerçekte pürüzlü olup olmadığını veya pürüzlü bir zeminin gerçekte nasıl bir his uyandırdığını asla bilemezsiniz. Çünkü siz pürüzlü bir yüzeyin aslına hiçbir zaman dokunamazsınız. Sizin pürüzlü zemini hissetmek konusunda bildikleriniz, beyninizin belli uyarıları yorumlama şeklidir.
Deride ısıya, soğuğa, dokunmaya, ağrıya, basınca ve sarsılmaya tepki veren, çeşitli hassasiyetlerde milyonlarca alıcı bulunur. Bu alıcılar beyne elektrik sinyalleri gönderirler ve biz bu sinyaller aracılığıyla dokunduğumuz nesne ile ilgili çok kapsamlı bilgi sahibi oluruz.
Şu an elinizde tuttuğunuz bu kitap da, tüm detayları ile sizin beyninizde yaratılır. Dışarıdaki dünyada maddesel olarak bir kitap vardır, ancak sizin muhatap olduğunuz kitap beyninizin içindeki bir kopyadan ibarettir. Kitaba dokunduğunuzda oluşan hisler, tümüyle elektrik sinyallerinin yorumudur. Dolayısıyla dokunduğunuzu sandığınızda, aslında beyninizin içindeki kitabın sayfalarını çevirir, beyninizin içinde sayfaların inceliğini, kayganlığını hissedersiniz. Gerçekte ise, hiçbir zaman bu kitabın aslına dokunamazsınız.

Bedenimizin Her Yerinin Aynı Hassasiyette
Olmamasının Hikmeti:

Kör bir insan, parmak uçları ile Braille alfabesini (kör alfabesini) okur. Ancak bunu, vücudunun bir başka yeriyle örneğin parmağın eklem yerleri ya da dış yüzeyleri ile yapamaz. Çünkü parmak uçlarındaki algıya hassasiyet derecesi, alıcı sayısı ile bağlantılı olarak çok daha fazladır. Vücut yüzeyine yayılmış halde 640.000 kadar hassas deri alıcısı vardır.70 Parmak uçlarında yoğun olarak m2’de 9.000 tane alıcı bulunmaktadır. Bu alıcılar, parmak uçlarımızdaki hafif bir sürtünmeye bile milisaniye içinde tepki verirler. Bu sayede parmak uçlarımızla çok hassasiyet gerektiren işleri yerine getirebiliriz. Ancak dirseklerimiz parmak uçlarımız gibi hassas değildir. Bu da son derece hikmetlidir; eğer aksi olsaydı, en ufak bir pürüzü yoğun olarak hissedeceği için dirseklerimizi bir yere yaslamak son derece rahatsız edici olurdu. Diğer taraftan bir kumaşın yumuşaklığını, bir yüzeyin kayganlığını algılamamız için parmağımız yerine dirseğimizle dokunmamız gerekirdi. Bu detaylar düşünüldüğünde, vücudumuzda ihtiyacımıza ve kullanım kolaylığına yönelik çok özel bir tasarım bulunduğu açıkça görülmektedir.


Dokunma alıcılarının sabit uyarılara adapte olmasındaki hikmet:

Dokunma alıcıları ani değişikliklere cevap verirler, fakat sabit bir uyarıya kısa sürede adapte olurlar. Beyin, temasın başlangıcı ve sonu hakkında bilgilendirilir, fakat ara aşamalarda beyne bilgi akışı olmaz. Bu da son derece hikmetlidir; çünkü genellikle derimize dokunan nesneler hakkında sürekli olarak bilgilendirilmeye ihtiyaç duymayız. Dokunma alıcılarının yalnızca bir değişiklik olduğunda bilgi iletmeleri yeterlidir ve bu bizim açımızdan büyük bir rahatlıktır. Dokunma alıcılarının sabit bir uyarıya hızlı bir şekilde adapte olma yeteneği, sinir sisteminin önemli bir özelliğidir.71
Örneğin her sabah üzerimize bir şeyler giyeriz, ilk başta çeşitli alıcılar beyne bunların ağırlığını, yumuşaklığını ve basıncını anlayacağımız mesajlar yollar. Ama kısa bir süre geçmeden mesajlar azalır ve yok olur; çünkü biraz önce de belirttiğimiz gibi sabit yoğunluktaki sürekli uyarılar alıcıların faaliyetini durdurur. Aynı şekilde kol saatimizi ilk taktığımızda metalinin serinliğini, kalınlığını, ağırlığını hissederiz; bir süre sonra ise varlığını unuturuz. Ancak kayışı açılıp düşecek gibi olursa derimizdeki yeni etki dikkatimizi çeker. Aynı şekilde şapkamızı çıkardığımız anda başımızdaki alıcılar bu yeni durumu beynin ilgili bölgesine hemen bildirirler ve hislerimiz şapka çıkarma hareketimizle uyum içinde değişir.
Sistemin bu işleyişi bizim için çok önemlidir. Çünkü vücudumuza giydiğimiz kıyafetlerin, taktığımız aksesuarların varlığını her an hissediyor olmamız, kuşkusuz son derece rahatsız edici olurdu. Bu nedenle derimizin sabit uyarılara adapte olması Rabbimiz’in çok büyük bir rahmetidir.

Ağrı ve acı hislerinin hikmeti:
Ağrı ve acı hisleri, vücudumuzda bir dokunun hasara uğradığını bildiren ikazlardır. Sinir alıcılarımızdan birkaç milyonu acıları algılar, ne kadar çok darbe alırlarsa o kadar şiddetli uyarılırlar. Örneğin bacağımızı masanın kenarına çarptığımızda ya da yerdeki kırık cam parçasına bastığımızda ağrı ya da acı hissederiz. Ağrı ve acı hislerinin hayatımızda çok önemli bir yeri vardır, çünkü bunlar vücudumuzda bir sorun olduğunu bildirirler. Cildimizdeki alıcı hücreler bize zarar veren şeylere tepki verdiğinde -beynimize acil mesajlar gönderdiğinde- ağrı ve acı hissederiz. Bunun üzerine biz de bu rahatsızlığı gidermek için hemen önlem alırız.
Bazı hisler acı, bazıları batma, bazıları yanma, bazıları da ağrı şeklindedir. Batma hissi beyne en hızlı şekilde -saniyede 30 metre hızla- gider. Bu hissi algılayan alıcıların yeri tam derinin dış katmanındadır. Yanma veya acı hislerinin sinyalleri ise beyne, batma hissine kıyasla daha yavaş -saniyede 2 metre hızla- giderler.
Bu hislerin algılanış hızındaki farklılıkta da büyük hikmetler vardır. Örneğin ilk önce keskin bir batma acısı hissetmemiz -örneğin bir arının iğnesinden- sonra yavaşça yanma hissinin oluşması son derece önemlidir. Çünkü batma hissi tehlikeye karşı hızlı bir koruma sağlar. Bu da kuşkusuz sonsuz rahmet sahibi Rabbimiz’in hikmetli yaratışının örneklerindendir.

BİLGİSAYAR TEKNOLOJİSİ, RABBİMİZ'İN BEYİNDEKİ TASARIMINI TAKLİT EDEREK İLERLİYOR

Günümüzde bilim adamları beynin bir tür bilgisayar gibi çalıştığını düşünmektedirler, ancak bu kıyas hala yetersizdir. En üstün teknolojiye sahip bilgisayarlar bile insan beyninin elektrokimyasal kompleksliği ile karşılaştırıldığında çok yüzeysel kalmaktadır. Nitekim en üstün teknoloji örneklerinden bilgisayarı icat eden bilim adamlarının, beyin hakkındaki bilgileri son derece sınırlıdır. Dr. Eric H. Chudler’a göre: “Bizim beyin hakkında bildiklerimizdense, bilmediklerimiz daha fazladır.”1

1- Dr. Eric H. Chudler, "A Computer in Your Head?", Odyssey Magazine, Cobblestone Publishing Co., vol. 10, Mart 2001, ss. 6-7.
Bilgisayar ve beyin benzer fonksiyonları gerçekleştirirler. Örneğin her ikisi de hafızalarına kayıt yapabilirler. Bilgisayarlar, çipler, diskler ve CD-ROM’lar üzerine bilgi saklarken, beyin nöron devrelerini kullanır. Hem bilgisayar, hem beyin yeni işlemler yapacak şekilde değişikliğe uğratılabilir. Bilgisayarlara yeni donanımlar ve yazılımlar yüklenerek hafızaları ve programları genişletilebilir. Beyin sürekli değişimden geçer ve yeni şeyler öğrenebilir. Beyin bazen gerekli olduğunda elektrik sistemini yeniden kurabilir. Örneğin bazı beyin hasarları sonrasında zarar görmemiş beyin dokusu önceden hasarlı bölgenin yaptığı işlevleri devralabilir. Ancak bilgisayarlar teknolojideki tüm gelişmelere rağmen böyle bir özellikten yoksundur.

Bedenimizdeki bütün işleri idare eden beynimiz ise hiçbir bilgisayarla karşılaştırılmayacak kadar üstün bir sisteme sahiptir. Vücudumuz yaratılmış en mükemmel sistemlerden biridir ve mükemmelliği ayrıntılarında gizlidir. Beynin yapısı da derinlemesine incelendiğinde, bizim kavrayabilme sınırlarımızı zorlayan detaylarla karşılaşırız. Beynimizdeki her kıvrım, her girinti ve çıkıntı bir amaç üzerine yaratılmıştır.

Acil Durumlarda Kontrolü Ele Alan Omurilik

Omurilik vücudun iletişim ağının anayoludur. Vücuttan beyne bilgi aktarır ve vücudun diğer bölgelerine talimatlar yollar. Omurilik, geniş bir elektrik hattı gibi sinir tellerinin üzerindeki emirlerin beyin ve bedenin diğer bölümleri arasında rahatça dolaşımını sağlar. Omurilik bu yapısıyla tam bir iletişim merkezidir. Beynin, kafatası kemikleri ile korunması gibi, omurilik de, bel kemiğini oluşturan omurlar sayesinde korunur. Buradaki sinir hücreleri, sinir sisteminden gelen ve beyinden vücuda giden sinyalleri değerlendirerek, nereye ve ne şekilde iletileceklerini belirleyen kompleks elektrik devreleri oluştururlar.
Omurilik bazen görevini -beynin kontrolü olmaksızın- kısmen bağımsız bir biçimde yerine getirebilir. Bu tür hareketler reflekslerdir. Refleks, belirli bir uyarıya karşı sabit bir tepki olarak tanımlanabilir. Refleksler, risklere ve tehlikelere hızla tepki vermemizi sağlar. İnsan vücudu için karar mercii çoğu zaman beyindir. Fakat sinir sistemimizde acil durumlar için daha hızlı bir sistem kurulmuştur. Birçok refleks hareketi omuriliğimizde bulunan bir grup sinir hücresi tarafından yönlendirilir.
Refleks dediğimiz ani hareketler, omurilik içindeki devreler aracılığıyla olağanüstü hızlı bir biçimde cereyan ederler. Olağanüstüdürler, çünkü hareket kararı beyinden değil, omurilikten gelir ve hızlıdır. Eğer bu mekanizma omurilikten değil de beyinden yönetiliyor olsaydı, yanlışlıkla bir sobaya dokunduğumuz zaman, yanma hissini hissetmekle elimizi çekme refleksi arasında bir zaman dilimi geçerdi. Bu da elimizin biraz daha fazla yanmasına sebep olurdu. Oysa biz bir sobaya değdiğimizde anında geri çekiliriz ve elimizi minimum hasarla kurtarmış oluruz. İşte omuriliğimiz bu derece önemlidir ve çok hassas bir şekilde korunması gerekir.
Omuriliğimizi bir bilgisayarın içindeki kablolara benzetebiliriz. Eğer siz bu kabloları plastik bir kılıfla korumaz ve sürekli olarak eğip, bükerseniz bu kablolar bir süre sonra kopar ve işlevini yitirir. Böylece bilgisayar tamamen çalışmaz hale gelir. Aynı bu örnekteki gibi omurilik de önemli bilgileri ileten karmaşık bir kablo görevi görmektedir. Ve bu hayati kablonun korunması için her türlü tedbir alınmıştır. Bu tedbirlerden bir tanesi omurgamızın, omuriliğimizden çok daha uzun olmasıdır. Böylece omurilik tamamen kemik bir kafes ile kuşatılmış olur.
Eğer omurga gelişirken bir yanlışlık sonucu bir ya da daha fazla omur kemiği tam olarak gelişemezse, “spina bfida” adı verilen önemli bir hastalık ile karşı karşıya kalırız. Bu hastalıkta omurganın arkasında önemli derecede açıklık vardır. Buna bağlı olarak omurilik ve sinir sistemi hasar görür. Önemli mesajlar gerekli yerlere ulaşamaz. Sinirler beyne ulaşamayınca felç -hareket edememe ve hissetmeme durumu- oluşur.
Görüldüğü gibi vücudumuzdaki sistemin kusursuz işlemesi için her parça yerli yerinde olmalı ve kusursuz bir tasarıma sahip olmalıdır. Bundaki en ufak bir değişiklik, vücudumuzda çok ciddi sorunlara sebep olabilmektedir. İnsanın yaratılışındaki ölçüden Kuran'da şöyle bahsedilmektedir:

(Allah) Onu hangi şeyden yarattı? Bir damla sudan yarattı da onu ‘bir ölçüyle biçime soktu.’ (Abese Suresi, 18-19)

Beyni Taklit Etmeye Çalışan Bilgisayarlar

Bilgisayarlar teknolojinin en üstün ürünleridir ve hayatımızı kolaylaştıran çok kapsamlı işler yaparlar. Bedenimizdeki bütün işleri idare eden beynimiz ise, hiçbir bilgisayarla karşılaştırılmayacak kadar üstün bir sisteme sahiptir. Bilgisayarlar ve beyin benzer fonksiyonlar gerçekleştirmelerine rağmen, beynin tasarımındaki üstünlük taklit edilemez özellikler taşımaktadır.
Beyindeki bu kompleks tasarım sayesinde, beyin en az 1014 bit (bilgi iletme birimi) kadar bilgi saklı tutar ve saniyede 1015 sinyal iletir veya hesaplama yapar. Beynin potansiyel bilgi saklama kapasitesinin en az 25 milyon ciltlik, 800 km uzunluğunda bir kitaplığa eşit olduğu da söylenebilir.1
Bilgisayar tasarımcıları beynin bu olağanüstü yapısını yapay “sinir ağları” kurarak taklit etmeye çalışmışlardır. Ancak beynin, pek çok yönüyle, makineler tarafından hiçbir zaman taklit edilemeyeceği sonucuna varmışlardır. Vücudumuzun yaratılmış en mükemmel sistemlerinden biri olan beyindeki tasarım, Rabbimiz’in yaratma sanatındaki ve ilmindeki üstünlüğü sergileyen örneklerden sadece biridir.
Yukarıdaki tabloda kelime sayısı üzerinden çeşitli bilgi saklama sistemleri karşılaştırılmaktadır. Tabloda da görüldüğü gibi beyin en geniş saklama kapasitesine sahip sistemdir.

Beyindeki Modüler Sistem

İnsan beyni birçok parçadan oluşmuştur. Her birinin özel fonksiyonu vardır; biri sesleri konuşmaya çevirir, biri renkleri bir manzara olarak biraraya getirir, biri kokuyu kaydeder, biri tanıdık bir yüzü anımsar ya da balığı meyveden ayırt eder. Ancak beyindeki parçaların fonksiyonları sabit değildir ve tüm bu parçalar aynı zamanda birbirlerine bağımlı çalışmaktadır. Beyin yarım kürelerinin ayrılması konusunda ilk araştırmayı yapan Psikolog Roger Sperr, bu çalışmasıyla Nobel ödülü kazanmıştır. Sperry, beynin “homojen bir kara kutu değil, modüler bir sistem” olduğunu gösterdi.1 Günlük hayatta modüler sistemin önemi, takılıp sökülebilen, ihtiyaca göre kullanım alanı değiştirilebilen, kullanıcının isteklerine göre şekillendirilebilen bir sistem olmasından ileri gelmektedir. Ayrıca modüler sisteme göre tasarlanan malzemeler, hem kullanım, hem de geliştirme açısından son derece esnektir. Beynin de sabit bir yapıda olmayıp şartlara göre değişen, gelişime açık yapısı bilim adamlarını hayranlık içinde bırakan bir özelliktir.

Hipotalamus ve beynin diğer bölümleri

Sadece bir bezelye tanesi büyüklüğünde olan hipotalamus, bedende bulunan yağ ve karbonhidratların metabolizmasını, susama hissini, uyumayı, büyümeyi, iştahı, beden ısısını, kan damarlarının büyüklüklerini, sindirim salgılarını ve davranışlarımızın pek çoğunu yönetir. Öte yandan salgıladığı bazı hormonlar aracılığıyla da vücuttaki hemen hemen bütün iç salgı bezlerinin çalışmalarını denetler. Bu önemli görevleri yürüten hipotalamus, beynin sadece %3’ünü kaplayan, ağırlığı sadece 4.5 gram olan bir et parçasıdır. Hipotalamusun salgıladığı hormonlar, vücudun her yerine ulaşan ve çeşitli emirler taşıyan birer haberci gibidir. Hormonlar, haber götürmenin yanı sıra, ulaştıkları yerde harekete geçerek, üstlendikleri görevi de tam olarak yerine getirirler.
Örneğin salgılanan eğer büyüme hormonu ise, bu hormon büyümeyi sağlayacak her türlü sistemi harekete geçirme yeteneğine sahiptir. Hipotalamusun tüm vücuda yayılan ve vücudun dengesini ayarlayan böyle bir salgıyı sürekli üretmesi oldukça önemlidir. Ancak şu bilinmelidir ki, büyüme hormonu vücudun tümünü dolaşsa da yine de sadece gereken yerde etki edecek, vücudun başka bir bölgesi için kullanılamayacaktır. Vücudun neresine etki etmesi gerektiğini bilip, tüm vücuttan geçmesine rağmen sadece ilgili yerde etkili olan hormonlar, sadece birer salgıdan ibarettir. Fakat söz konusu aşamalar şuur, akıl gerektiren işlemlerdir. Bu salgının vücut içinde yolunu bulması, vücudun her bölgesini tanıması, gideceği yere mükemmel bir zamanlama ile ulaşması, ulaştığı yerde gerekli olan değişiklikleri gerekli miktarda yapması, örneğin saçları uzatması veya üşüme hissini durdurması, tesadüf eseri oluşamayacak olaylardır. İçinde bulunduğu bedenin bir kadına mı yoksa bir erkeğe mi ait olduğunu bilmesi ve buna göre farklı bir denge oluşturması da son derece önemli bir ayrıntıdır. Erkekte sakalların çıkmasına, sesin kalınlaşmasına neden olurken, kadında tam zıt bir görev yerine getirip bunları engellemesi gerekmektedir. Görme, karar verme, ayırt etme gibi özellikleri olmayan şuursuz bir sıvının böylesine planlı, dakik ve şuurlu bir sistemin işlemesine vesile olması kuşkusuz ki tesadüflerle açıklanamayacak bir durumdur. Bu sistem sonsuz akıl ve ilim sahibi Allah’ın yaratmasıdır.
Beyinde bütün bunların dışında, uyarıları beynin algılayabileceği şekle çeviren “talamus” ve nefes alıp verme, kanın damarlarda dolaşması, kalbin atış düzeni, uyku ve uyanıklık, dikkat ve bunun gibi birçok önemli faaliyeti denetleyen “beyin sapı” bulunmaktadır. Sadece nefes alıp vermeyi dahi insanın kontrol altında tutması mümkün değildir. Eğer bu kontrol size verilseydi, tüm yaşantınızı bu mekanizmaya dikkat harcamakla geçirecek, muhtemelen uykuya ilk yenik düştüğünüz anda da son nefesinizi verecektiniz. Ancak nefes almak en temel ihtiyacınız olmasına rağmen, bu konuda herhangi bir dikkat harcamak zorunda değilsiniz. Çünkü vücudumuzda biz farkında olmadan, sistemli ve hiç aksamadan çalışan bir mekanizma bulunmaktadır.

Vücudun otomatik pilotu: Beyin sapı

Merkezi sinir sisteminin ikinci kısmı, beyinle omurilik arasındaki bağlantıyı sağlayan, yaklaşık 7-8 cm uzunluğundaki beyin sapıdır. Bu yapı omuriliğe göre daha karmaşık hücre bağlantıları içerir ve omurilikle beyni birbirine bağlayan bir köprü gibidir. Bu bölge, temel hayati fonksiyonların yürütülebilmesi için vazgeçilmez öneme sahiptir. Nefes alıp verme, kanın damarlarda dolaşması, kan basıncı, kalbin atış ritmi, uyku-uyanıklık, dikkat ve bunun gibi birçok önemli faaliyet, beyin sapı denilen bu bölgeden kontrol edilir. Bir an için kalp atışınızın ritmini ayarlamak için bilinçli bir çaba harcamak zorunda olduğunuzu düşünelim. Uyumadan, başka hiçbir konuya dikkat vermeden bu sorumluluğu yerine getirmeniz gerektiğini... Böyle bir şeyin asla başarılamayacak olması, Allah’ın insan vücudunda kurduğu sisteme ne kadar muhtaç olduğumuzu bizlere bir kez daha hatırlatmaktadır. Kaldı ki burada sadece nefes alıp verme ile ilgili bir örnekten bahsettik. Gerçekte beyinciğin her bir görevi, insan için hayati önem taşır.

Hareketlerin Uyumunu Sağlayan Beyincik

Vücutta dengeden ve hareketten sorumlu bölüm beyincik, beynin sadece onda biri kadarlık bir kısmını kaplamasına rağmen milyonlarca nörondan oluşur. Bu küçük et parçası sürekli olarak vücudun pozisyonu ve hareketleri hakkında bilgi toplayarak, tüm hareketleri kontrolü altında bulundurur. İnsanın düşünmeden olaylara tepki vermesini sağlar ve vücuttaki tüm kasları yönetir. Kaslara talimatlar yollayarak vücudun duruşunu ayarlar ve düzgün hareket etmesini sağlar. Beyinciğin sağladığı koordinasyon sayesinde yürüme, koşma ve benzeri hareketler kusursuz şekilde gerçekleştirilir. Örneğin koşarken önünüze çıkan taşın üzerinden atlar ya da kenarından geçersiniz. Taşı idrak etmeniz, onun yüksekliğini hesaplayarak ne kadar yükselmeniz gerektiğini belirlemeniz, ona takılıp düşmemek için bir plan yapmanız, hangi bacağınızı kaldıracağınıza karar vermeniz, bunun zamanlamasını ayarlamanız aslında son derece detaylı aşamalardan oluşur. Ama bunlar zaman harcamanızı veya dakikalarca düşünmenizi gerektirmez. Beyincik, anında bacak kaslarınıza emir vererek onlara taşı aşmaları gerektiğini emreder ve bu işlem büyük bir kusursuzluk içerisinde gerçekleşir.
Kısacası beyincik, hareket sırasında her bir organın diğer organlara göre nerede bulunduğunun bilincinde olunmasını sağlar. Bir cümleyle ifade ettiğimiz bu özellik aslında son derece önemlidir. Şu an ayaklarınızın nerede olduğunu bilmeniz, hiç de hafife alınabilecek bir yetenek değildir. Çünkü bu yeteneğe sahip olmanız için beynin, bacakların ne yaptığını ve bunu nerede yaptığını her an izlemesi gerekir. Eğer beynin bu tür bir hakimiyeti olmasaydı attığınız her adımda tökezlerdiniz. İşte bizim için kusursuzca işleyen tüm bu sistemler bilinçli bir tasarımın delillerindendir. Bu sistemlerin tek birinin bile tesadüflerin eseri olması mümkün değildir.

Tesadüfler Beyni Oluşturan Bölümleri Meydana Getiremez

Beyin ile ilgili detaylar incelendikçe tesadüf iddialarının mantıksızlığı daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Beyin, kusursuz bir koordinasyon ile işleyen pek çok parçaya sahiptir. İnsanın muhatap olduğu herşey, son derece karmaşık fiziksel ve kimyasal işlemlerin ardından beyne iletilmekte, beynin ilgili bölgelerinde yorumlanmakta ve daha sonra beyinden ilgili kasa ne tepki verileceğine dair bilgi ulaştırılmaktadır. Bu işlemler zinciri son derece karmaşık ve detaylı aşamalar gerektirdiği halde, biz bu aşamaların hiçbirini hissetmeyiz. Üzerimize doğru bir top atıldığında topu tutmak için kollarımızı uzatır, parmaklarımızı gerginleştiririz. Ayrıca topun geliş yönünü dikkatle izleyerek kollarımızın açısını ve ne kadar yüksekte olmaları gerektiğini ayarlarız. Oysa bu sırada gözümüze gelen elektrik sinyali, sinir uzantıları ile sinir hücresine taşınmakta, hücreden beyne iletilmekte, burada yorumlanmakta -başka bir deyişle görülen şeyin ne olduğu, tehlikeli olup olmadığı, buna nasıl tepki verilmesi gerektiği anlaşılmakta- ve beyinden yine aynı iletim sistemi ile kol kaslarına komut verilerek topa uzanma hareketi gerçekleşmektedir. Meydana gelen fiziksel ve kimyasal olayların detayları ise sayfalara sığmayacak kadar çoktur.

Beyindeki Paralel Bilgi İşlem Yeteneği

Beynin faaliyetleri elektrik akımları, kimyasallar ve titreşimler tarafından kontrol edilir. Bu sistemde milyonlarca farklı işlem birbirine paralel olarak sürer gider. Aynı anda ayak ve el parmaklarınızı oynatın, kollarınızı öne doğru uzatıp, her biriyle farklı daireler çizin ve bütün bunları yaparken de başınızı önce sağdan sola, sonra da soldan sağa doğru sallayın ve bir yandan da bir melodi mırıldanın. Siz bunları rahatça yaparken, kaslarınızın her birinde gerçekleşen işlemlerin kompleksliği ciltlerce kitabı kapsayacak nitelikte olur. Örneğin sizin bu sayfada yazılı olan kelimeleri görmeniz ve okumanız, optik sinirlerinizden gelen sinyallerin merkezi sinir sisteminde eş zamanlı olarak işlenmesi ile mümkün olmuştur. Her bir hareket ve düşünce için sinyaller beyinden kaslara uzanan sinir aksonları boyunca yol alır. Akson zarlarındaki sodyum kanalları açılır ve kapanır; sodyum ve potasyum pompaları her bir hücre zarındaki elektriksel dengeyi düzenler; nörotransmitterler akson uçlarındaki sinapslara bırakılır ve bu nörotransmitterler nöronlar arasındaki iletişimi sağlar. Kas lifleri ise her biri saniyede beş devir yapan bir milyon bağlantının ortaklaşa hareketini gerçekleştirir. Böylece siz kollarınızı gererken, başınızı sağa sola oynatırken, bir melodi mırıldanırken, ayak ve el parmaklarınızı oynatırken gerekli olan gücün üretilmesi ve ilgili kasların -ne eksik, ne fazla- kasılması sağlanır. Bütün bunların olağanüstü bir uyumla aynı anda gerçekleştirilmesi birçok insan -farkında olmasa da- bizim için hayati önem taşır.
Karşıdan karşıya geçmek üzere olduğunuzu düşünelim. Trafiği kontrol etmek için başınızı çeviriyorsunuz, bacak kaslarınızda üretilen kuvvetle öne doğru bir adım atıyorsunuz, yaklaşan arabaların uzaklığını ve size ulaşma zamanlarını değerlendiriyorsunuz. Daha sonra diğer yönden akan trafiği kontrol etmek için başınızı çeviriyorsunuz, bu esnada yolun karşı tarafından tanıdık -hafızanızda kayıtlı olan birine ait- bir ses duyuyorsunuz; bu sesi beyninizdeki diğer bölgelerdeki kayıtlarla bağdaştırıyorsunuz; bu kişinin yüzü, kişiliği, adı, duyduğunuz sesle birlikte hafızanızda canlanıyor; ses tellerinizdeki gerilimi ve dudaklarınızın şeklini ayarlayarak bu kişiye adıyla sesleniyorsunuz; elinizle onu selamlayıp, bu arada da güvenli bir şekilde yolun karşı tarafına geçiyor ve bu kişinin elini tam uygun bir kuvvetle sıkıyorsunuz.
Bütün bu işleri eş zamanlı olarak yapabilmeniz, beynin “paralel bilgi işlem” yeteneği sayesinde mümkün olmaktadır. Beyin bunu her gün, uyanık geçirdiğiniz her an milyonlarca kez yapmaktadır ve siz, bu işlemler gerçekleşirken tüm bunların nasıl gerçekleştiği hakkında özel olarak düşünmezsiniz.
Üşüdüğünüz zaman ise, havanın soğuduğunu hissedersiniz ve vücudunuzun çeşitli organları bu değişimden etkilenir. Derinizdeki küçük gözeneklerin, kılcal damar uçlarının daralmasından, kaslarınızın titremesine kadar bir dizi faaliyet kendiliğinden devreye girip, ısı üretimini artırarak ya da kaybını azaltarak normal vücut ısısının korunmasına katkıda bulunurlar.69 Bu kadar farklı işlevi birbiriyle uyumlu olarak aynı anda harekete geçirecek bir merkezin var olması şarttır. Her bir faaliyetin ortak bir hedef doğrultusunda bütünleştirilmesi için, hepsinin üstünde yer alan bir kumanda merkezi bulunmalıdır. Bu merkez beynimizdir, ancak kitap boyunca vurguladığımız gibi, bu olağanüstü yetenek bir et parçasının kendi başarısı olamaz. Beynin, milyonlarca faaliyeti aynı anda, kusursuz bir koordinasyon içerisinde gerçekleştirebilmesi Allah’ın kusursuz yaratışı ile mümkün olmaktadır. Rabbimiz’in “herşeye güç yetiren” olduğu ve diğer bazı sıfatları Kuran’da şöyle haber verilir:

Göklerde ve yerde olanların tümü Allah’ı tesbih etmiştir. O, üstün ve güçlü (aziz) olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Diriltir ve öldürür. O, herşeye güç yetirendir. O, Evveldir, Ahirdir, Zahirdir, Batındır. O, herşeyi bilendir. Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa istiva eden O’dur. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni ve ona çıkanı bilir. Her nerede iseniz, O sizinle beraberdir, Allah, yaptıklarınızı görendir. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. (Sonunda bütün) işler Allah’a döndürülür. (Hadid Suresi, 1-5)

En Üstün Teknolojiden Daha İleri İşlem Kapasitesi

Beynimizdeki işlem kapasitesi, hiçbir bilgisayarın erişemediği üstün bir iletişimi ortaya çıkarır. İnsan beyninin işlem kapasitesinin 1.000 adet en gelişmiş bilgisayarın toplam işlem kapasitesine denk olduğu hesaplanmıştır:
İnsan beyninin sahip olduğu kapasitenin de günümüz teknolojisi ile karşılaştırıldığında, büyük bir üstünlüğe sahip olduğu görülmektedir. Örneğin dünyanın en hızlı işlem yapan bilgisayarları ortalama olarak saniyede 109 hızında hesap yapabilmektedir. Beynin hızı ise aynı işlem için 1015’tir. Dahası bilgisayar hafızasının kapasitesi 1011 bit’ken beyninki 1014’tür. Aradaki bu fark beynin kapasitesinin, 1.000 adet bilgisayarın toplam kapasitesi kadar olduğunu göstermektedir.65
Bu kıyaslama insan beyninin günümüz teknolojisinden ne kadar ileri olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Beyindeki tasarımın bu üstünlüğüne çarpıcı bir örnek de, ünlü bilgisayar firması IBM’in teknoloji müdürü Dr. Kerry Bernstein’ın bir projesidir. Kerry Bernstein, bir haber sitesinde yayınlanan “Brain Teaches Computers A Lesson” (Beyin Bilgisayarlara Ders Veriyor) başlıklı röportajda, IBM merkezinde her yıl düzenli olarak nörologların katılımıyla konferanslar düzenlediğini ve mühendislerini beyindeki tasarım konusunda bilgilendirdiğini ifade etmektedir. Bernstein beyindeki işleyişin aynen taklit edilmesinin mümkün olmadığını ise şöyle ifade etmektedir:
Beyinde olağanüstü bir paralellik hakim. Yani tek bir bit [bilgisayarın hafıza birimi] bilgi, bir anda tam 100.000 nörona yayılabiliyor. Böylece beyin, bilinen en hızlı bilgisayardan yüzbinlerce kat daha hızlı oluyor. Bizim ise bunu elektronikte gerçekleştirebilmemiz mümkün değil.66
Kısacası Dr. Kerry Bernstein beyni elektronik alanında taklit edebilmenin mümkün olmadığını belirtmektedir. Evrim teorisinin geçersizliğini ortaya koyan eserleri ile tanınan moleküler biyolog Prof. Michael Denton ise, en iyi mühendislerin, en komplike teknikleri kullansalar dahi beyne “biraz” benzeyen bir objeyi tasarlamalarının “sonsuz zaman alacağını” söylemektedir.67
Beyindeki üstün tasarımın yanı sıra beynin, verimli çalışmayı dikkate alan bir sistemi de bulunmaktadır. California (Berkeley) Üniversitesi’nde optometri (görme bozukluğunu ölçme) ve psikoloji profesörü olan Martin S. Banks beynin verimli çalışma özelliği ile ilgili şöyle söylemektedir:
Beyin, gerçek hayatta muhtemelen ihtiyaç duymayacağı bilgiyi korumak için fazladan enerji harcamama özelliği bakımından verimlidir.68
Bir bilgisayar, belli işlemleri gerçekleştirmek üzere düzenlenmiş elektronik parçalardan oluşur. Yapım aşamasını görmesek de, bilgisayarın bu amaca uygun olarak elektronik konusunda bilgi sahibi bir bilgisayar mühendisi tarafından tasarlandığı açıktır. Akıl sahibi hiçbir insan, parçaların gelişigüzel etkilerle birleşerek ortaya çıktığını iddia etmez. Beyin ise bilgisayardan çok daha büyük işlem kapasitesine sahip bir tasarım harikasıdır. Dolayısıyla biz bu tasarıma bakıp, beynin bir tasarımcısı olduğunu ve ilminin genişliğini kavrayabiliriz. İnsanın yaratılışının her aşaması Rabbimiz’in sonsuz ilminin bir örneğidir. Allah’ın Kuran’da “size (kudretimizi) açıkça göstermek için” (Hac Suresi, 5) ifadesinin bir tecellisidir. Ayetlerde şu şekilde bildirilmektedir:

Ey insanlar, eğer dirilişten yana bir kuşku içindeyseniz, gerçek şu ki, Biz sizi topraktan yarattık, sonra bir damla sudan, sonra bir alak’tan (embriyo), sonra yaratılış biçimi belli belirsiz bir çiğnem et parçasından; size (kudretimizi) açıkça göstermek için. Dilediğimizi, adı konulmuş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz. Sonra sizi bebek olarak çıkarıyoruz, sonra da erginlik çağına erişmeniz için (sizi büyütüyoruz). Sizden kiminizin hayatına son verilmekte, kiminiz de, bildikten sonra hiçbir şey bilmeme durumuna gelmesi için ömrün en aşağı ucuna (yaşlılığa) geri çevrilmektedir. Yeryüzünü kupkuru ölü gibi görürsün, fakat Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten (ürünler) bitirir. İşte böyle; şüphesiz Allah, hakkın Kendisi’dir ve şüphesiz ölüleri diriltir ve gerçekten herşeye güç yetirendir. (Hac Suresi, 5-6)

Vücudumuzun Elektrikle İşleyen Merkez Üssü: Beyin

İnsan vücudu, bilgi türü her ne olursa olsun, aynı aktarım aracını kullanmaktadır. Dokunma, tat, koku, ses ya da görüntü, bütün bu hislerle ilgili bilgiler elektriksel sinyaller olarak kodlanırlar. Bu elektriksel sinyaller, hedefleri olan herhangi bir sinir ya da kas lifine ulaştıklarında kimyasal bir değişime sebep olurlar. Bu değişim ise bir hissin oluşmasına ya da bir kasın kasılarak bir hareketin, bir mimiğin gerçekleşmesine yol açar. Aynı yöntemin böylesine zengin, kapsamlı bir iletişim sağlaması sinir sistemimizdeki tasarımın mükemmelliğini ortaya koyan özelliklerden biridir.
Beyin, vücudu elektrik enerjisini kullanarak denetler ve yönetir. Hatta görülen, hissedilen, hayal edilen ve hatırlanan herşey beynin içinde, elektrik sinyallerinin oluşturduğu bir dünyadır. Beyin, sizin kendiniz ve çevreniz hakkında bildiğiniz herşeyin meydana geldiği yerdir. Tüm evren ve içindekiler, tanıdığınız herkes ve onlara ait detayların tamamı beyninizin içinde belirir ve kaybolur. Beyin Allah’ın yarattığı tasarım sayesinde, sizinle ilgili tüm ayrıntılara, vücudunuzun her noktasına hakimdir.
Beynin tüm bu işlevleri yerine getirirken kullandığı en temel kaynak elektriktir. Bu elektrik sayesinde bilgiler, talimatlar bir beyin hücresinden diğerine atlar. Beyninizde 15-20 watt’lık, buzdolaplarının içinde kullanılan türde bir ampulü yakacak kadar elektrik dolaşmaktadır. Bu enerji sayesinde, beyin vücudun diğer kısımları ile haberleşir, onlara talimatlar gönderir ve onlardan gelen elektriksel mesajları yorumlar.61 Yalnızca beyindeki değil, aynı zamanda vücuttaki tüm sinir hücreleri de elektrik üretir ve elektrikle çalışırlar.62 Gözünüze gelen gün ışığı, televizyondaki görüntüler, radyoda çalan müzik, içtiğiniz suyun serinliği, ocaktaki bir yemeğin kokusu, parmağınızla tempo tutmanız, yüzünüzde oluşan mimikler bir dizi elektrik titreşimini harekete geçirir. Peki bu elektrik üretimi nasıl gerçekleşmektedir?
Nöronların arasında taşınan sinyallere ait voltaj genel olarak küçüktür (birkaç on milivolt) ve bu sinyaller saniyede 100 metre hızla hareket ederler.63 Belirgin olarak nöronlar her beş mili saniyede (bir saniyenin binde biri) bir, sinyal üretmek üzere yeniden harekete geçebilirler.
Beyin tüm işlevlerini önceki bölümde açıkladığımız nöron adı verilen sinir hücrelerini kullanarak gerçekleştirir. El, ayak veya deri hücrelerinin oluştuğu yapı malzemelerinden hiçbir farkı olmayan beyin hücreleri, elektrik enerjisini, kendi aralarında konuştukları bir dil gibi kullanarak tüm vücut hakkında bilgi alış verişinde bulunurlar. Aynı dili kullanarak vücudun tamamına gerekli mesajları ve bilgileri aktarırlar. Bilim dünyasındaki tüm gelişmelere rağmen, beyindeki bu özel tasarım, bilim adamları için hala sır niteliğindedir. Evrimci bilim adamları insan zihni ve beynin işlevleri karşısında çaresizlik ifadeleri sarf etmektedirler. Signs of Life (Hayatın İşaretleri) adlı kitapta beyin hakkında düşüncelerini dile getiren iki evrimcinin ifadeleri şöyledir:
İnsan beyni bilinen tüm kompleks sistemler içinde en çok hayrete düşüren ve esrarengiz olanıdır. Milyarlarca nörondan oluşan kitle içinde bilgi bizim daha yeni anlamaya başladığımız bir şekilde akıp durur. Biz çocukken deniz kenarında geçirdiğimiz bir yaz gününe ait hatıralar; imkansız dünyalar hakkındaki rüyalarımız. Şuur. Matematiksel genelleştirme konusunda şaşırtıcı kapasitemiz ve evren hakkında derin ve bazen de sezgisel anlayışımız. Beynimiz tüm bunları ve daha fazlasını da başarabiliyor. Peki nasıl? Bilmiyoruz: Zihin bilim açısından yıldırıcı bir problemdir.64
Sinir hücreleri pek çok açıdan diğer hücrelere benzeyen özelliklere sahiptir, fakat çok önemli bir yönden farklılık gösterirler: Bu özellik sinir hücrelerinin “bilgi”yi işlemden geçirmeleridir. Sinir hücrelerinin bilgiyi işlemden geçirme yeteneği, hücre içine alınacak maddeleri (sodyum, kalsiyum, potasyum iyonları...) denetleyen hücre zarının kendine has özelliklerine bağlıdır. İyonlar elektriksel olarak yüklü parçacıklar oldukları için, bunların hücre zarından içeri ya da dışarı hareketi, hücrede elektriksel olarak birtakım değişikliklere sebep olur. Bir sinir uyarısı da, nöron zarı boyunca oluşan bu elektriksel değişimin aktarılmasıdır.
Bir bilginin elektrikle iletilmesi ya da bir eylemin elektrikle gerçekleştirilmesi şüphesiz üstün bir ilmin göstergesidir. Vücudumuzdaki benzersiz teknoloji de bu ilme sahip olan tek bir Yaratıcı’nın varlığını gösterir. Sonsuz ilim sahibi olan Rabbimiz herşeye Kadir olandır. Bu gerçek Kuran'da şöyle bildirilir:

Gökleri ve yeri yaratan, onların bir benzerini yaratmaya kadir değil mi? Elbette (öyledir); O, yaratandır, bilendir. Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri yalnızca: “Ol” demesidir; o da hemen oluverir. Herşeyin melekutu (hükümranlık ve mülkü) elinde bulunan (Allah) ne Yücedir. Siz O’na döndürüleceksiniz. (Yasin Suresi, 81-83)